SosyalParaAnaliz

“Türkiye ve Çin’in işbirliği dünya ticaretine renk katacaktır”

5 Ocak 2022 in Genel

“Türkiye ve Çin’in işbirliği dünya ticaretine renk katacaktır”

“Doğudaki Tanıtım Elçilerimiz: Çin’deki Türkler” özel programında konuşan Yiwu Jubu Trade Genel Müdürü Atakan Özkaraca, Kuşak ve Yol’un yeni ticaretin kapış, Türkiye’nin de bu kapının anahtarı olduğunu belirterek “Kapı ve anahtarı buluşturmalız. Türkiye ve Çin’in yapacağı işbirliğinin dünya ticaretine renk katacağına inanıyorum” dedi.

Kerem Köfteoğlu’nun Youtube ve Yön Radyo’da sunduğu “Doğudaki Tanıtım Elçilerimiz: Çin’deki Türkler” programına katılan Yiwu Jubu Trade ve Hongyu International Trade Limited şirketlerinin Genel Müdürü Atakan Özkaraca, Çin’in son 40 yılda kaydettiği gelişmeleri özetledi.

Çin’in teknolojide önemli ataklar da yaptığını hatırlatan Özkaraca şu bilgiyi verdi: “Çin artık dünya liderliği konusunda ABD ile atbaşı gidiyor. Kuşak ve Yol projesi de bundan sonraki gelişmelerin anahtarı olacak. Türkiye’nin coğrafi konumuna baktığımızda, Kuşak ve Yol’un kavşak noktasında, önemli bir kapı olduğunu görüyoruz. İki ülke arasındaki görüşmeler sıkılaştırılmalı. Birbirimizi doğru anlayıp, elele vermeliyiz. Yeni İpek Yolu ticaretin kapısı, Türkiye de bu kapının anahtarı. Kapı ve anahtarı buluşturmalıyız. Türkler ve Çinlilerin birlikteliğinin dünya ticaretine renk katacağına inanıyorum.”

İstanbul Üniversitesi İşletme bölümü mezunu, mali müşavirlik ve marka vekilliği konularında da bilgisi olan Atakan Özkaraca, iş hayatının inceliklerini Kapalıçarşı ve Tahtakale’de öğrendi. Türkiye’den bujiteri ve saç aksesuarı konusunda edindiği birikimle 2005’te Çin’e yerleşip, Guangzhou eyaletinde Yiwu Jubu Trade co. Ltd. firmasını kurdu. Çin’in bijuteri sektörünün Türk girişimcilere bazı fırsatlar sunduğuna dikkat çeken Özkaraca, “Yiwu, küçük üreticiler için adeta bir cennet. 4,5 kilometre uzunluğunda, 200 bine yakın dükkanda, Çin’in her yerinde üretilen malları bulmak mümkün. Türk girişimciler, bu pazarın yedek parça ve ara mamül alanındaki fırsatlarını henüz tam manasıyla kullanamadı. Bu fırsatları değerlendiren birkaç arkadaşımız oldu ama bunlar yeterli değil. Türkiye’nin bu alanlarda üretim potansiyelinin iyi tasarımlarla taçlandırılıp birkaç malzeme fabrikası kurulursa, ülke olarak bunun yararını göreceğimize inanıyorum” dedi.

“Dünyada ticaretin boyutu çok değişti” diyen Özkaraca bu konuda şunları söyledi: “Çin’de rekabet çok zorlaştı. Pandemi ve sonrasında taşıma, lojistik ve ürün tedariğinde yaşanan sıkıntıları rekabeti daha da zorlaştırdı. Fiyatlar arttı. Bu durumda bilgi birikimine sahip olmayan, piyasasını tanımayan, yaptığı işi bilmeyenlerin, burada başarılı olma şansı kalmadı. Profesyonel manada bakan kendini yetiştirmiş firmalar, her konuda Çin’den istifade edebilir. Ticaretin boyutu değişti. Bu zor şartlarda Çin’de Türk Ticaret Odası’nın kurulacak olmasını destekliyoruz. Türk Ticaret Odası’nın varlığının hepimize faydası var. Zaman aleyhimize işliyor bu yüzden kuruluş çalışmalarının biraz hızlandırılmasını talep ediyoruz.”

Türkiye’nin son zamanlarda yabancı yatırımcılar için son derece uygun hale geldiğine dikkat çeken Özkaraca bu konuda özetle şunları söyledi: “Bana ve arkadaşlarıma gelen bilgiler, Çinlilerin Türkiye’ye yatırım eğiliminin arttığını gösteriyor. Çinliler Türkiye’de yatırım konusunda bize bilgi sorup, ortak yatırım yapmayı da teklif etmeye başladı. Türkiye’nin yatırım açısından potansiyeli ve uygunluğunu gören Çinliler, bu durumu değerlendirmek istiyor. Bu durum, önümüzdeki beş yılda Türkiye’ye dünyanın başka yerleri ve Çin’den ciddi yatırım talepleri geleceğini gösteriyor.”

İstanbullu geçinemiyor

5 Ocak 2022 in Genel

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) tarafından hazırlanan ‘İstanbul Barometresi’ araştırmasının sonuçlarına göre, İstanbul’da yaşam maliyeti kasım ayı itibariyle son bir yılda yüzde 50,18 arttı.

Aralık ayı için enflasyon rakamlarının bugün açıklanması bekleniyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre enflasyon, kasım ayında yüzde 3,51 artıp yıllık bazda yüzde 21,31 oldu. Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) 12 aylık enflasyonu yüzde 58,65 olarak hesaplamıştı. Kasım ayında aylık artış 9,91 oldu. Enflasyon ve hayat pahalılığı, kiraların da yüzde 100’e yakın arttığı İstanbul’da daha fazla hissedilir hale geldi.

Bu artışla vatandaşın bütçesi erirken, İstanbul’da yaşayanların yarısı geliriyle geçinemeyecek noktaya geldi. İPA araştırmasına katılanların yüzde 53,5’i geçinecek kadar kazanamadığını açıklarken, yüzde 42,7’si ancak geçinecek kadar kazandığını belirtti. Birikim yapabilenlerin oranıysa yüzde 3,8’de kaldı.

Evlerdeki gündem ekonomik sıkıntı

Devam eden salgına ve yeni varyantlarla artan vakalara rağmen vatandaşın ana gündemi ekonomi oldu. Geçinecek kadar kazanamadığını belirten katılımcıların oranında ekim ayına göre artış yaşandığı ortaya çıkarken, ekonomiye dair beklentilerde de karamsarlık söz konusu.

Katılımcıların yüzde 57,6’sı Türkiye ekonomisinin kötüleşeceğini düşündüğünü belirtiyor. Katılımcıların yüzde 68,3 gibi ezici bir çoğunluğu ekonomik sıkıntıların evlerindeki ana gündemleri olduğunu aktarırken, sadece yüzde 7,5’i için Covid-19 salgını konuşulan ana konu olabildi. Bu konuları ise ailevi olaylar ve döviz kurundaki değişim takip etti. Her 10 kişiden altısı için kasım ayının ana gündemi Merkez Bankası’nın faiz indirimleri, ikisi içinse kadın cinayetleri oldu.

İş bulma umudu tükendi

Türkiye’nin kronik sorunlarından olan işsizlikse ülkenin en büyük şehri İstanbul’da yaşayanların da en önemli problemlerinden biri oldu. Artan işsizlik süreleri vatandaşın iş bulma ümidini de tüketirken, iş arayan 10 kişiden altısı yakın zamanda iş bulamayacağını düşünüyor.

Katılımcıların yüzde 73,2’si işsizliğin, yüzde 72,8’i döviz kurlarının, yüzde 68,3’ü enflasyonun önümüzdeki altı ay içinde artmasını bekliyor. Gelecekten umudunu kesen vatandaşların yüzde 44’ü büyümenin, yüzde 43,5’i ise yatırımların azalacağını düşünüyor.

İstanbullu borç ödemekte zorlanıyor

Geçinecek parayı kazanamayanlar borç ödemekte de zorlanıyor. Araştırmaya göre katılımcıların yüzde 31,2’si kredi kartı borcunun yalnızca asgari tutarını ödeyebildiğini belirtti. Kredi kartı kullananların yüzde 46,3’ü aylık kredi kartı borcunun tamamını, yüzde 31,2’si ise borcun asgari tutarını ödeyebildiğini, yüzde 11,9’u ise kart borcunu ödeyemediğini açıkladı.

İstanbul’da yaşayanların yüzde 52,1 ile ezici bir çoğunluğu gelecek dönemlerde kendi ekonomik durumunda daha da kötüleşme beklerken, yüzde 27,4’ü ise durumun değişmeyeceğini ve stabil kalacağını ifade etti. Ekonomik durumunda iyileşme olacağını düşünenlerin oranı ise yüzde 20,5’te kaldı.

 

Haber Kaynağı: https://www.diken.com.tr/istanbullu-gecinemiyor/

 

 

Z kuşağı Yatırımcıları Kolay Para İstiyor

2 Ocak 2022 in Genel

İngiliz finansal hizmetler şirketi Barclays (http://barclays.co.uk) tarafından yapılan bir anket ilginç sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Çalışmaya göre Z kuşağı yatırımcılarının daha yüksek riskler almaya yatkın oldukları ve hızlı bir şekilde zengin olmak için kötü yatırım alışkanlıkları edindikleri gözlemlenmiştir. Z kuşağı yatırımcıları piyasa fırsatlarından yararlanmak ve kısa vadeli kazançlar elde etmek için son derece sık alım satım yapmakta, daha fazla risk almakta ve portföylerini yakından takip etmektedir.

Ankete göre, Z kuşağı yatırımcılarının beşte birinden fazlası (yüzde 21) piyasadan yararlanmak için yatırım yapıyor. Yüzde 16’sı hızla zengin olmak için “piyasalarda oynamayı” planlıyor. Çoğu, yatırımlarını beş yıl içinde tasfiye etmeyi planlıyor. Özellikle pandeminin başladığı 2020 yılında, Z kuşağı yatırımcılarının üçte birinden fazlası daha fazla risk almaya başladıklarını ifade etti. Barclays’e göre geçtiğimiz yıl boyunca, genç yatırımcılar geleneksel olarak olumsuz olarak görülen yatırım alışkanlıklarını benimsediler.

Ankete göre, yaşlı geleneksel yatırımcılar uzun vadeli hedeflere daha fazla dikkat etme ve gayrimenkul satın almaya odaklanma eğilimindedir. Geleneksel yatırımcılar 2020 yılında da daha fazla risk almaya istekli olmamışlardır.

Çalışma son zamanlarda “finanfluencerlar” olarak isimlendirilebilecek yüksek getiri için hisse ve yatırım stratejisi ipuçlarını paylaşan bir kesimin ortaya çıktığına da dikkat çekmiştir.

Bir rol model olarak Finfluencer

Pandemi sırasında, Z kuşağına hitap eden yeni bir sosyal medya etkileyicisi türü ortaya çıkmıştır: Finfluencer’lar. Statista.com’a göre, sık kullanılan “#FinTok”, “#StockTok”, “#finance” ve “#investing” hashtag’lerinin toplamda yaklaşık 7,5 milyar hiti bulunmaktadır. Bu etiketlerin altında yer alan videoların türü ise değişiklik gösteriyor: Bir yanda finansal eğitim veren, sektördeki cinsiyetçiliğe karşı kendini savunan ya da kripto para birimleri hakkında bilgi veren finansörler var. Bir tarafta da yatırım tavsiyeleri veren veya çeşitli alım satım stratejilerinin reklamını yapan bir kesim bulunmaktadır.

İlgililer bu paylaşımlarda genellikle hızlı ve yüksek getiri vaat etmektedirler. Bununla birlikte, bu danışmanların çoğu nadiren kalifiye finans uzmanlarıdır ve profillerinde bunu açıkça belirtmektedir.

Kaynak: https://www.pressetext.com/news/20210629003

Ortalama Medya Platformu Aboneliği Sayısı Üç

2 Ocak 2022 in Genel

Whip Media http://whipmedia.com adresinde Fransa, İtalya, Almanya, İspanya ve Büyük Britanya’da yaşayan 9.000 kullanıcı ile yapılan bir ankete göre, kullanıcılar ortalama olarak üç adet farklı platforma aboneler.

Bu ankete katılanların yüzde 92’si için hizmetlerin içeriği çok önemlidir. Yüzde 7’si için ise içeriklerin çok büyük bir önemi yok.

Hevesli kullanıcılar olmalarına rağmen, ankete katılanların yüzde 70’i bu hizmetlerin çok fazla olduğuna inanıyor. Yüzde 85’i buna çok fazla para harcadıklarından şikayet ediyor. Harcanan ortalama ücret ise ayda 23 ila 28 Euro’dur.

Hangi hizmeti kesinlikle tutmak istedikleri sorulduğunda, kullanıcıların yüzde 41’i Netflix ile yanıt vermiştir. Onu yüzde 21 ile Hulu, yüzde 13 ile HBO Max, yüzde 9 ile Disney+ ve yüzde 6 ile Amazon takip ediyor. Memnuniyet açısından HBO Max en önde, AppleTV + ise en kötü performansı göstermiştir.

Kaynak: https://www.pressetext.com/

Rus-Avrupa Ruleti

2 Ocak 2022 in Genel

Sürdürülebilirlik esnek bir kavramdır. Özellikle konu felaketle sonuçlanabilecek nükleer güç ve iklim öldürücü doğalgaz söz konusu olduğunda. AB Komisyonu, nükleer enerji ve doğal gaz yatırımlarının belirli şartlar altında iklim dostu olarak nitelendirilmesini planlanıyor.Berlin ve Paris topu birbirine itiyor. Paris nükleer enerjiye, Berlin ise doğal gaza güveniyor.

AB Komisyonu’nun planında ne öngörülüyor?

AB Komisyonu’nun hazırladığı tasarıya göre, radyoaktif atıkların güvenli bir şekilde ortadan kaldırılması garanti edildiği takdirde, nükleer santrallere yapılacak yatırımların sürdürülebilir olarak sınıflandırılması öngörülüyor. Bu durumda, 2045 yılına kadar nükleer santrallerin inşasına izin verilebilecek.

AB Komisyonu’nun planlarına kim destek veriyor?

Özellikle Fransa, nükleer enerjinin “iklim dostu” sayılması planlarına destek veriyor. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Fransa ve AB’nin planlandığı gibi 2050 yılına kadar karbon nötr olması için nükleer enerjinin gerekli olduğunu savunuyor. Macron, ülkede Nisan ayında yapılacak seçimler öncesinde nükleer enerjiyi yeniden keşfederek, bundan kısa bir süre önce nükleer santrallerin geliştirilmesi için 1 milyar euro yatırım yapılacağını duyurdu. Dünya genelinde nükleer santralleri enerji üretiminde en fazla kullanan ülke olan Fransa, halen elektrik ihtiyacının yüzde 70’ini nükleer enerji ile karşılıyor. AB genelinde ise enerji ihtiyacının yüzde 25 kadarı nükleer santrallerde elde ediliyor.
Fransa’nın yanı sıra Polonya gibi Doğu Avrupa ülkeleri de kömüre bağlı ekonomilerini iklim korumaya daha uygun hale getirebilmek için yeni nükleer enerji santrallerine yatırımları sürdürmeyi istiyor.

Alman hükümeti nükleer enerji planlarını nasıl karşılıyor?

Alman hükümeti, doğal gazdan elde edilen enerjinin sürdürebilir sayılması planlarını olumlu karşılarken, nükleer enerji ile ilgili öneriyi ise kesinlikle reddediyor. Reuters’a konuşan bir hükümet sözcüsü, AB’nin planlarına ilişkin olarak “Nükleer enerjiden ve kömürle elektrik üretiminden vazgeçildiği göz önünde bulundurulunca, Alman hükümeti için doğal gaz karbon nötrlüğü yolunda önemli bir geçiş teknolojisi oluşturuyor” ifadelerini kullandı. Sözcü, nükleer enerjinin sürdürebilir olarak sınıflandırılmasının Alman hükümeti tarafından reddedildiğinin de altını çizdi.

AB Komisyonu Rusya’nın sahip olduğu doğalgaz kaynaklarına karşı nükleer enerjiyi çözüm olarak değerlendirerek bir rus ruleti oynamaktadır. Doğal gaz Rus, nükleer güç Avrupa ruletidir.

Kaynak:

https://taz.de/EU-Einstufung-von-Atomkraft-und-Erdgas/!5823215/

https://www.dw.com/tr/almanya-ile-fransa-aras%C4%B1nda-n%C3%BCkleer-enerji-%C3%A7atla%C4%9F%C4%B1/a-60312681

 

100 gençten 64’ü yurt dışında ikamet etmek istiyor

29 Aralık 2021 in Genel

Küresel şirketler ve çalışanlar yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınına uyum sağladıkça Türkiye’de gençlerin uzaktan çalışma sistemiyle birlikte yurt dışındaki fırsatları değerlendirdiğini belirten Financial Times (FT) gazetesi söz konusu eğilimin firmalar cenahında farklı problemlere yol açtığını kaydetti. 100 gençten 64’ü fırsatını bulur bulmaz kalıcı olarak yurt dışında ikamet etmek istiyor. Yurt dışına çıkamayanlar da yabancı şirketlerle çalışmayı tercih ediyor.

 

Koronavirüs salgını ile birlikte Türkiye’deki teknoloji sektörünün uzaktan çalışma sistemine uyum sağladığını belirten FT, ekonomik sıkıntılarla birleşen sanal beyin göçünün arttığına değindi.

 

 “TÜRK FİRMASINDA ÇALIŞMAK HAYAL”

 

ABD’li bir firmada çalışan Batıkan Erdoğan, FT’ye verdiği mülakatta, “Berlin’de yaşayıp euro harcamaktansa dolar kazanıp Türk Lirası harcamak bana daha cazip geliyor.” dedi.

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) baş ekonomisti Gizem Öztok Altınsaç, iş dünyasının bu durumdan oldukça mutsuz olduğunu söyleyerek, “Ülkedeki işsiz gençler için iyi, ancak nitelikli gençlere ihtiyaç duyan ve maaşlarını ödeyemeyen reel sektör için çok kötü.” diye konuştu.

  

Maaşını döviz olarak almasına rağmen Türkiye’deki enflasyon sebebiyle satın alma gücünün aynı seviyede kaldığını belirten Batıkan Erdoğan, bir Türk firmasında çalışmayı artık hayal bile edemediğinden bahsetti.

 

ABD’deki Silikon Vadisi’nde bulunan işe alım platformu HackerRank’ten bir yetkili, salgının mühendislik ekiplerinin oluşturulma şeklini tamamen değiştirdiğini belirterek, “Şirketler 25 kilometrelik yarıçaptan daha ötesindeki yetenekleri elde etmenin ne demek olduğunu anladı ve bundan geri adım atmayacak.” ifadelerini kullandı.

 

Financial Times, “Türkiye’deki muhalefet partileri, son on yıldır Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın daha otoriter hâle gelmesi sebebiyle bir beyin göçünün yaşandığını söylüyor.” ifadelerini kullandı.

 

100 GENÇTEN 64’Ü TÜRKİYE’DEN KALICI OLARAK AYRILMAK İSTİYOR

 

Analizde yer alan MAK araştırma şirketinin 18-29 yaş arasındaki gençler arasında yaptığı ankette, 100 gençten 64’ünün Türkiye’den kalıcı olarak ayrılarak yurt dışında ikamet etmek istedikleri kaydedildi.

 

FT’ye konuşan Türkiye Yazılım Sanayicileri Derneği (YASAD) Başkanı Gönül Kamali, uluslararası bir şirketin Doğu Avrupalı bir genci işe almak için ayda 5 bin ya da 6 bin euro ödeyeceğini, fakat Türkiye’den bir yazılım mühendisi için bu tutarın 2 bin 500 euro olabileceğini vurguladı.

 

Mali açıdan uluslararası şirketler için oldukça uygun olduğunu dile getiren Kamali, “Günün sonunda yazılım geliştiricileri kazanıyor, bu yüzden gurur duyuyorum. Ancak Türkiye’nin firmaları acı çekiyor.” ifadelerini kullandı.

Kaynak: Haberdar.com

20.12.2021 Tarihli Açık Radyo Programı – Ali Bilge ile Ekonomi Politik

24 Aralık 2021 in Genel

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, günaydın Özdeş, günaydın Feryal!

ÖÖ: Günaydın!

AB: İyi haftalar! Yılın sonuna da yaklaşıyoruz.

ÖM: Evet, ekonomik olarak da artık çok ciddi bir buhrandan bahseden çok sayıda yazar ve ekonomist var. Özellikle de TÜSİAD’dan da bir çağrı gelmesi çarpıcıydı. Merkez Bankası’ndan peş peşe -Borsa İstanbul’da devre kesici denen sistemin uygulandığı- müdahalelere rağmen doların yükselmesinin önüne geçilemedi. Edirne’de de “Konuta hücum” başlığıyla bir haber vardı; Bulgarlar köy, ev; Yunanlılar da daire alıyormuş döviz kurundaki artış nedeniyle. Yunanistan ve Bulgaristan günlük alışverişlerini de Edirne’den karşılamaya devam ediyor, daire satışları artmış. Bu arada da Enerji, Petrol, Gaz İkmal İstasyonları İşveren Sendikası da “akaryakıta üst üste gelen zamlardan sonra dayanacak gücümüz kalmadı, akaryakıt zamlarından biz de mağduruz” demiş. Bir tek MÜSİAD, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği sahip çıkmış, “Yalnızca döviz kuruna indirgenerek değerlendirilemez, ekonomimizin bu süreci de atlatacağına olan inancımız tam” demiş. Erdoğan da TÜSİAD’a “Kalkıp hükümete saldırmanın farklı versiyonlarını aramayın, bizimle mücadele edemezsiniz. Bir Müslüman olarak Naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diye faiz konusunda gelen eleştirilere cevap vermiş, İslami bir cevap.

AB: Bunların hepsine değinelim. TÜSİAD’ın tavrı ve Erdoğan’ın onlara Nas’la karşılık vermesi işin ne kadar vahim mertebede olduğunu gösteriyor. Pandemiye Türkiye ciddi ekonomik sorunlarla girdi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen otokratik rejime girerken başlayan dış kaynak ile ilgili problemleri aşama aşama yaşayarak bugünlere geldik. Artık bütün bu hikayenin sonuna da geldik. Sorun “Yeni ekonomik program” diye bir şeye bağlandı. Gerçekten bir ekonomik program mı, yeni mi? Tartışılacak bir husus bile değil ama isterseniz biraz ondan başlayarak TÜSİAD’a ve diğer konulara da değinelim.

Çin modeli nedir?

Şimdi geçtiğimiz aylarda açıklanan orta vadeli program, bütçe ve hükümetin diğer açıklamalarında “Yeni ekonomik model” diye bir şeye rastlamıyoruz. Bu son dönemde ortaya atılan bir gelişme, faiz meselesiyle başladı. Erdoğan’ın faizle ilgili olarak dini inancını içine katarak uzunca süredir ortaya koyduğu tutumunun sonuçlarını yaşıyoruz. Önce, “Faizi ben belirlerim” dedi, sonra faizle ilgili muhteşem teorisini ortaya koydu: “Enflasyonun sebebi faizdir” dedi, oradan da Çin modeline geldi. “Rekabetçi kurla cari fazla vererek ekonomiyi düze çıkaracağız” dedi. “Değersiz bir yerel para ile, döviz kuru ve enflasyon hangi istikamete giderse gitsin döviz kuruna dokunmayacağız” dedi. Enflasyonla da bir problemleri yok, enflasyonla ilgili bir mücadelesi de yok, bir kur politikası yok. Bu şekilde ihracatı arttırarak döviz kazanılacak, bu sayede de cari fazla vererek ekonomideki diğer bütün göstergeleri istikrara kavuşturacağını iddia eden bir anlayış! Böyle bir anlayış, böyle bir denklem iktisat biliminin tüm ekolleriyle yan yana düşüremediğimiz, açıklamakta zorlandığımız bir durum. Son günlerde ağızdan düşmeyen Çin modeli dediğimiz model gerçekten böyle bir şey mi? Bu konuda ilk yalanı Trump söyledi, “Çin kuru manipüle ediyor, dolar karşısında Yuan’ı değersiz tutuyor, bu nedenle ABD’ye rekabet üstünlüğü sağlıyor, bu yüzden Çin’e yaptırımlar uygulayacağız” demişti.

Trump’ın söylediklerinin doğru olup olmadığını ortaya koyan pek çok çalışma yapıldı;  özellikle hem Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşlarda hem de üniversitelerde yapılan çalışmalarda bu yaklaşıma yanıt arandı. Böyle mi, rekabet bundan dolayı mı? Çin’in ihracatının Amerika’ya artması nasıl bir üstünlükten kaynaklanıyor? Çin gerçekten kur politikası yüzünden mi üstünlük sağlıyor, yoksa başka nedenleri var mı? Bu konuda yapılan pek çok çalışma var, doktora tezleri var. Sonunda anlaşıldı ki Çin’in üstünlüğü kur politikasından değil. Çin on yıllardır, yaklaşık 40 yıldır eğitime yatırım yaptı. Birleşik Devletler’e ya da Avrupa’da üniversitelere gittiğinizde zaten bunu görürsünüz, öğrencilerin çoğu Çin’li ve Asya’lıdır. Eğitimlerini tamamlayan Çin’liler döndüklerinde ülkelerinde teknoloji yaratmaya başladılar. Çin ülkesi teknolojiler geliştirmeye başladı, nihayetinde teknolojik üstünlükleriyle üretimi ucuzlattılar ve ihracatta üstünlük- avantaj sağladılar.

ÖÖ: Tamam o zaman Erdoğan’ın planını buldunuz Ali bey! Türkiye’yi artık çok sayıda kişi terk ediyor, ülkeyi biliyorsunuz.

AB: Evet, son yıllarda 350 bin kişi gitti ama onun dönüşü yok.

ÖM: Ama dönüyorlar mı? Evet, onu sormak lazım. Bu arada Trump dediniz, Trump, Xi Jinping’la ilgili ilginç bir şey söylemiş “Evet, o bir katil ama benim iyi dostum” demiş Çin lideri için.

AB: Öyle mi?

ÖM: Evet.

“Türkiye aldığı borçları, gelen kaynakları Çin gibi üstünlük sağlayacak bir teknolojik gelişmeye ayırmadı”

AB: Galiba Trump’ın davaları da devam ediyor ama davalar ne aşamada bilmiyorum. Şimdi sonuçta yapılan pek çok akademik çalışma var, hatta bir tanesi de Amerika hazinesinde görev yapmış üst düzey bir yetkili. Çalışmanın sonunda şöyle bir cümle kurmuş; “Çin’in kur avantajından dolayı üstünlük sağladığını öne sürmek aptalcadır” diyor, Mark Sobel isimli bir iktisatçı. Çin esasında yüksek insan sermayesi, eğitim, teknoloji ile üstünlük kazandı. Birleşik Devletler dahil tüm dünyada malları ucuz üreterek rekabet üstünlüğü sağladı. Meselenin kurla falan ilgisi yok.

Türkiye, AKP iktidarları boyunca 20 yıldır geniş bir borçlanma bandı içinde yurtdışı kaynaklardan borçlandı ama üniversiteleri de sadece inşaattan, binadan ibaret saydık. İktidar bu kaynakları eğitime ve teknolojiye yatırmadı. Neye yatırdık? AVM’lere yatırdık, inşaat sektörüne yatırdık, bugün yabancılara satılan inşaatları yaptık. Mesela şehir hastaneleri yapıyoruz. Şehir hastanelerinde kullanılan malların 70%’den fazlası dışarıdan ithal ediliyor. Üç trilyon dolara yakın dış kaynak sağladığınız bu dönemde. Bu borçlarla herhangi bir sektörde ya da bir üründe bir küresel marka, bir teknolojik buluş ya da yüksek teknoloji ile üretim yapan bir hat geliştirebildiniz mi? Hayır. Mesela hastane ekipmanlarını dışarıdan satın alıyorsunuz. Kaynakları bu tür ekipmanları geliştirmeye teksif ettiniz mi? Dış kaynakları teknolojiye yatırdık mı? Hayır. Yapa yapa SİHA yaptınız, elinizde SİHA sepetiyle ülkeleri dolaşıyorsunuz, SİHA satıyorsunuz. Ukrayna’ya satıyorsunuz, Ukrayna hemen karşı teknolojiyi geliştiriyor. Rusya da aynı şekilde Türkiye SİHA’larına karşı sistem geliştirdi. Rusya geliştirdiği bu sistemi 2022 savunma fuarlarında sergileyecekmiş. Türkiye aldığı borçları, gelen kaynakları Çin gibi üstünlük sağlayacak bir teknolojik gelişmeye ayırmadı.

Ayrıca Çin kambiyo uygulamaları farklı olan bir ülke, sert bir kambiyo rejimi var. Çin sınırları içinde Euro ile, Dolar’la bir alışveriş söz konusu değil, döviz ile sözleşme yapmak söz konusu değil. Her köşe başında bir döviz büfesi de yok. Ayrıca Çin’de, Türkiye’de olduğu gibi bankalarda şahısların tasarrufları döviz mevduatı olarak durmuyor. Türkiye’de toplam mevduatın 60%’ından fazlası bankalarda döviz mevduatı olarak duruyor. Çin’de böyle bir durum söz konusu değil. Çin’in diğer bir farklılığı da şu: Tasarrufları çok yüksek bir ülke. Türkiye gibi tasarruf açığı olan bir ülke değil. Biriktirdiği çok fazla döviz rezervi var. Yoksul çok olmasına rağmen tasarruf oranı yüksek oranda gerçekleşiyor. Ciddi tasarruf fazlası var, rezervler biriktiriyor. Şimdi bugün söylenen, “İzlediğimiz yol, Çin modeli, rekabetçi kur vs.” safsatadan ibaret. Ortaya konan doğru ve yeni bir şey yok. Son günlerde, bu konularda ortalıkta dolaşan iki not bulunuyor; biri kendisini “şirket doktoru” ilan eden bir kişinin cumhurbaşkanına sunduğu ve basına da yansıyan not. Bundan iki hafta önce bahsetmiştik. Bir diğeri de cumhurbaşkanının danışmanı Cemil Ertem’e ait olan bazı notlar. Tüm dokümanlar bundan ibaret.

Ekonomide bir strateji değişikliği yapacaksan, örneğin “İthal ikameciliğe geçeceğim, ihracata dönük gelişme stratejisine geçeceğim” diyorsan, bu stratejilere uygun uygun olarak “Maliye ve para politikalarımı şöyle yapılandıracağım” demen lazım. Bir ekonomik model ortaya koyacaksanız ekonomi bürokrasinizi, kurumlarnızı çalıştırırsınız. Arkasına modelin bir maketini koyarsınız, “Ekonometrik modelimizi şöyle tasarladık, şöyle bir senaryo ile model işleyecek” dersiniz. Bunu planlarınıza, programlarınıza koyarsınız. Böyle bir şey yok. Sadece cumhurbaşkanının ağzından çıkan laflar var, o da meseleyi Nas’a bağlıyor.

ÖÖ: Geçen hafta hazine bakanı, yeni başa gelen hazine bakanı şöyle bir açıklama yapmıştı: “Ben sunum için çalışıyorum, yakında açıklayacağım” demişti ama yeni gelen birinin ekonomi modelini açıklamak için sunuma hazırlanıyor olması hem basın hem kamuoyu için biraz ilginç bir durum tabii.

“Buna çürük iktisat modeli demek, üfürük iktisat demek daha doğru olur”

AB:Böyle bir iş yapış stili yoktur. Böyle bir alaturkalık ancak çaresizlik içinde kalan rejimlerde ve yönetimlerde olur. Uzun yıllardır yayıncı ve gazeteci olarak ülkenin yaşadığı ekonomik krizlerin içinde oldum, yakından izledim. Türkiye’nin yakın tarihinde çok anormalliklere şahit olduk ama bu yaşadıklarımızı tarif edilebilecek bir durum yok gerçekten. Ülkeden yabancı yatırımcılar gidiyor. Son dönemde en fazla yabancı girişi de arsa, arazi, emlak satışlarında gerçekleşiyor. Pek çok yabancı kuruluş Türkiye ile ilgili değerlendirme yapmayı bıraktı, çünkü Türkiye’den çekiliyorlar. Türkiye gibi tasarruf açığını, büyümesini, yatırımlarını dış tasarruflarla sağlayan, dış borçlanmaya muhtaç bir ülkenin içinde bulunduğu zor durum, dünya tarafından izleniyor.

Peki politika faizini düşürünce diğer faizler düşüyor mu? Hayır. Ekonomiyi çalıştıran diğer faizler yükseliyor, kredi faizlerinde düşüş yaşamıyoruz. Devletin borçlanma faizlerinde düşüş yaşayamıyoruz! Dolayısıyla yapılan açıklamalarda söz konusu edilenler yeni ekonomik model falan değildir, buna çürük iktisat modeli demek, üfürük iktisat demek daha doğru olur.

Fala bile bakmak ciddi bir iştir. Bilime ve kitaba ters bir şekilde, güç ve çare arandığına tanık oluyoruz, işte buna üfürme denir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz vahim durum gittikçe tehlike arz etmeye başlıyor ve yangın büyüyor. Yangın bütün toplumsal kesimleri altına alıyor, eziyor. Zaten biz pandemiye sorunlu girdik, pandemide insanımıza para vermedik. Kredi verdik, borçlandırdık insanları.

TÜSİAD ki çok uzunca bir süredir sessizliğini koruyan bir kuruluştu, adeta kanarya sevenler derneğine dönmüş bir kuruluş oldu. Sonuçta geçmişine, tarihine baktığımızda iktidarlara yön veren, iktidarları etkileyen, açıklamalarıyla öne çıkmış bir kuruluştu. Son 20 yılda Erdoğan-TÜSİAD ilişkilerine baktığımızda, AKP iktidar ilişkileri -Ömer bey hatırlar, pek çok kez değerlendirmişizdir bu ilişkileri- inişli çıkışlı olmuştur. Erdoğan belediye başkanı iken yapılan bazı değerlendirmeler önüne gelmiştir, “Muhtar bile olamaz” diyenler çıkmıştır içlerinden. İnişli çıkışlı ilişkilere rağmen 20 yıllık borçlanma konjonktüründen, Türkiye’ye giren kaynak girişlerinden, yabancı sermaye girişlerinden TÜSİAD da kat be kat nasibini almıştır, çok yararlanmıştır TÜSİAD üyeleri. Özellikle AB süreci ile esen rüzgarlarla şirketlerini yabancılara yüksek bedellerle satmışlardır. İnişli çıkışlı gelişmelerden birini hatırlıyorum, hangi yıldı hatırlamıyorum ama ekonomi politikte gündeme getirmiştik: Ankara’da yapılan TÜSİAD istişare kurulu toplantısının kapalı bölümünde Erdoğan konuşmuştu. Şunu söylediğini hatırlıyorum; “Siz benden niye şikayet ediyorsunuz ki? Ben iktidara geldiğimde aranızda dört tane dolar milyarderi vardı, şimdi 43 dolar milyarderi var. Benden niye şikayet ediyorsunuz? Benim sağladığım ortamla siz bugünleri gördünüz” demişti.

ÖÖ: TÜSİAD’ın ülke ekonomisindeki payı da arttı. AKP’de arttığına dair açıklamalar vardı.

“Orta sınıflar çözülüyor, yoksullaşıyor; yoksul açlığa doğru gidiyor”

AB: Rakamı bilmiyorum ama sonuçta gelen yabancı sermayeyi değerlendiren, sermaye gruplarının başında TÜSİAD da var, imalat sanayinde daha etkin, geleneksel sermaye dediğimiz kesim. AKP sermayesi de kamu kaynaklarıyla bir an önce zenginleştirme operasyonu olduğu için inşaat ve enerji sektöründe yoğunlaştı, özelleştirmeyle dev adımlarla yürüdü. İmalat sanayiinde büyük, geleneksel sermaye hâkim, çünkü bilgiye, tecrübeye dayalı işler. İnsan sermayesi önemli, kadroya dayalı bir iş. Sonuçta AKP döneminde TÜSİAD, ülke gündeminde eski yerini koruyamadı. Nitekim şahsen görüştüğümüz kimi TÜSİAD üyeleri sessizliklerini şöyle açıklamışlardı: “Bu ortamda fazla bir şey yapacağımızı düşünmüyoruz. Etkin olamıyoruz, sürekli izleniyoruz, engelleniyoruz, menfaatlerimizi düşünmek zorundayız, ağacın, AKP’nin kurumasını bekleyeceğiz” demişlerdi.

Ancak artık iş öyle bir raydan çıktı ki sadece TÜSİAD değil, AKP’yi destekleyen sermayenin de bu gidişattan rahatsız olduğunu görüyoruz. Nitekim TOBB’dan da eleştirel yansımalar oldu. Rahatsızlık tüm toplumsal kesimlerde ciddi noktalara geldi. Son iki ay içerisinde muhteşem bir iniş, negatif, olumsuz bir iniş başladı. Orta sınıflar çözülüyor, yoksullaşıyor; yoksul açlığa doğru gidiyor. Hakim olan ekmek kuyrukları oldu. Genel toplumsal yaşam standardı düşüyor. Ayrıca ekonomi uygulamaları tek adamın ve çevresindekilerin zihniyetine göre şekilleniyor.

Burada daha önce söyledim mi bilmiyorum ama galiba 1996-97’ydi Refah-Yol hükümeti zamanıydı; daha önceki hükümetlerin iş yapış stiline bir örnek vermek istiyorum, bu olayı hatırladım. Biliyorsunuz uzun yıllar akademik yayıncılıkla uğraştım ve pek çok iktisatçı dostumuz dergi çevresinde yer aldı. Bir gün Başbakan Necmettin Erbakan’ın ofisinden aradılar, dediler ki “şu, şu, şu kişilere ulaşmak istiyoruz, siz bize yardımcı olur musunuz? Telefonlarını verir misiniz?”. Baktım farklı desenlerdeki iktisatçılardan oluşan bir kompozisyon. “Niçin istiyorsunuz?” dedim. Başbakanlık konutunda bir toplantıya çağıracaklarmış. O zamanlar denk bütçe türküsü vardı Erbakan’ın; kendi anlayışını anlatacak ama farklı görüşleri de almak istiyor. Düşünün, Necmettin Erbakan Refah-Yol döneminde kendisinin ortaya koyduğu ekonomik yaklaşımı, değişik görüşlerdeki iktisatçılarla paylaşmayı istiyordu.

“AKP’nin en büyük dayanağı yoksul oylarına koyduğu ipotektir”

Bugün toplumsal kesimlerle ilişki kurmayan bir iktidarla da karşı karşıyayız. Kendi tabanı için de geçerli; sonuçta yoksullaşma AKP tabanını da kapsıyor. AKP’nin en büyük dayanağı yoksul oylarına koyduğu ipotektir. Yoksulların illüzyonunu halen sürdürüyor. Bu illüzyonu sağladığı için uzun süre iktidarda kaldı, ancak yoksullara kaşığın ucuyla verdiklerini bugün veremiyor. 2004’te sağlık sektöründe yoksullara sağlanan imkanları bugün vermiyor. Hastaneler, sağlık hizmetleri çökmüş durumda. Üstelik pandemi de eklendi üstüne. Orta sınıfa ve yoksul toplumsal kesimlere az da olsa kaynak ayırıp oylarını garanti edebiliyordu.

Tarımda, bakın, tarımda son beş yılda kayıtlı çiftçi sayısı %26 azalmış, son 10 yılda %56 azalmış. Tarım alanları son 10 yılda %5, son 19 yılda %12 gerilemiş. Bu güz dönemi -ne kadar tarım alanı gübrelendi, rakama ulaşamadım- çiftçi zamlardan önce toprağına gübre atabildi mi? Çok sınırlı sayıda olduğu söyleniyor. Çiftçilikle uğraşan arkadaşlara sordum, “Gübre atanlar 10%’u geçemez” diyorlar. Bu gelecek senenin tarım hasılatını ne kadar etkileyecek? İnanılır gibi değil, kuraklık da cabası…

ÖÖ: Bu bahsettiğiniz durum haberlerde çıkmıştı; bundan iki hafta kadar önce çiftçiler şu anda gübre kullanmadan ekinlerini ekiyorlar, hasadı ¼ oranında düşürecek diye yer alıyordu.

ÖM: Bu arada TÜSİAD’ın da ilk defa böyle sert denebilecek açıklaması, “Denenmekte olan ekonomi programıyla amaçlanan sonuçlara erişilemeyeceği netleşmiştir” diye bir açıklaması var. Cumhurbaşkanının da buna bir hayli kızmış olduğu anlaşılıyor. Şeyi de söylemiş açıkça, “Ey TUSİAD ve yavruları, size sesleniyorum, tek göreviniz var yatırım, üretim, istihdam, büyüme. Siz bunda ne yapıyorsanız onu ortaya koyun. Kalkıp da hükümete saldırmanın değişik versiyonlarını aramayın, bizimle mücadele edemezsiniz” diye bir cevap vermiş. Yalnız TÜSİAD’la sınırlı değil, iş dünyasında mesela İstanbul Sanayi Odası da döviz tepkisini merkez bankasına “şaşkınlıkla izliyoruz” diye de açıklamış.

ÖÖ: Daha tuhafı, Rıfat Hisarcıklıoğlu, bence TOBB, o da bu sefer karşı çıktı ki o bu politikaya en yakın davranan kişilerden biri.

Kur ve enflasyonda resmen saldım çayıra Mevla’m kayıra vaziyeti hakim

AB:TOBB aslında tarihi boyunca sağ partilerin ambarıdır, en büyük destekçisidir. TOBB, AKP ile ilişkilerini en düzenli tanzim eden, iktidarı destekleyen kuruluşlardan biridir. Aslında iş dünyasının en önemli kısmıdır. Geniş tanımlı olarak baktığınızda TOBB’da yoğunlaşma söz konusudur. Ancak bıçak kemiğe dayandı. Bakar mısınız, yeni Maliye bakanı bankalarla toplantıya oturuyor ve söze “Faiz konusunu gündeme getirmediğiniz her şeyi konuşurum” diye başlıyor. Bankalarla toplantı yaparken faiz konusunu konuşmam demek ne demek! Aklımız almıyor.

ÖM: Deniz Zeyrek de Fox TV’deki “Orta Sayfa” programında “Ben kulaklarımla duydum” diyerek açıklamış. “Kavcıoğlu göreve geldiğinde temel hedefin faizi %19’dan %14’e düşürmek olduğunu duydum, kulaklarımla duydum”, yani “göreve geldiğinde hedef buydu, %14’e çekilecekti” demiş. İşte böyle! Şu anda da doların yeni haftaya rekorla başladığı haberi var, “17,60 TL’yi aştı” diye bir haber vardı. Açılış öyle olmuş yani.

AB: Dünyada böyle hükümet görmek pek mümkün değil. “Kur benim sorunum değil, enflasyon benim sorunum değil” diyen bir hükümet göremezsiniz. Döviz kuru ve enflasyonda resmen saldım çayıra Mevla’m kayıra vaziyeti hakim. Geçen hafta onlarca devlet faiz kararları aldı ve faiz kararları alanlar içerisinde otokratlar da var. Peki faiz düşüren otokrat var mı? Ben göremedim faizi Nas’a bağlayan hükümet de göremedim.

İçinde bulunduğumuz durumda yoksullaşmanın gitgide daha da ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalacağız. Korkut Boratav’dan alıntı yapacağım şimdi, -hâlâ muazzam çalışıyor Korkut bey- Hoca hesaplamış, 2016 yılından 2021 Eylül’üne kadar geçen sürede ücretlilerin milli gelirdeki payı 6.2 puan gerilemiş. Asgari ücret artışına gelelim; enflasyon sorununu dikkate almayan ülkede ne kadar arttırırsanız arttırın eriyecek demektir. Reel bir artış sağlayamıyor yapılanların çoğu.

Üstelik Türkiye’de haneler, aileler, kişiler, yoksullar aynı zamanda çok borçlu. Pandemi süreci içinde borçları daha da arttı. Pandemi süresinde borcunu arttıran kesim hane halkları, aileler ve bireyler. Geçen 3,5 yıllık sürede toplam borçları %106.3 artmış. Hem yoksul hem borçlu, hem yoksullaşıyor hem borcu artıyor. İçinde bulunduğumuz duruma artık sıfat bulmakta gerçekten zorlanıyorum.

“Çıkış süreci en geniş demokrasi cephesinin kurulmasından geçiyor”

ÖM: Rıza Türmen bir sıfat bulmuş, 20 Aralık tarihli T24’deki yazısında “Yarım simit cumhuriyeti” diyor. “Her sabah karşılaştığım simitçi Niyazi’nin tablası yarım simitlerle dolu, insanlar bir simit bile alacak paraları olmadığından yarım simit alıyorlar” diyor.

AB: Şimdi iktisatçılar olarak faizi Nas’a bağlayan, “Enflasyonun sebebi faizdir” diyen, böyle abuk bir Çin modeli ortaya koyan anlayışı konuşmakta zorlanıyoruz. Yapılanlar söylenenler politik iktisadın alanına girmiyor, politik psikiyatrinin alanına giriyor. Olan biteni başka türlü çözümleme şansımız olmuyor maalesef. Tüm bunların çok büyük bir bedeli yaşanıyor, yaşanmaya devam edecek. Ülkenin gündeminde olan seçim meselesi bile henüz netleşmiş değil. Seçim olacak mı? Seçim adil olacak mı? Seçim sonuçlarına katlanılacak mı? Muhaliflere karşı gittikçe sertleşen bir iktidar bulunuyor. Bir yandan da muazzam bir yağma şöleni yaşıyoruz. Türkiye yolsuzluk, mali suçların çok yüksek olduğu bir ülke haline geldi. Her gün kamusal malların bireysel servetlere dönüştüğü, sözleşmelere, organizasyonlara tanık oluyoruz.İtalyan savcı Di Pietro’nun lafıydı “İsyan etmek için kıyamet gününü beklemeyin” demişti. Kıyamet günleri içindeyiz. Çıkış süreci, her zaman söylediğimiz gibi, en geniş demokrasi cephesinin kurulmasından geçiyor.

Gittikçe kaybolan ve dünyadan kopmuş bir ülke haline gelmekteyiz. Sermaye hareketlerinin kısıtlanması ve kambiyo rejimi değişikliği meselesi çok umman bir konudur. Ama biraz değinmek istiyorum; 1989’dan beri bu serbest sistem içindeyiz. 622 milyar dolarlık bir döviz yükümlülüğümüz var. Dış borç portreniz böyle. Buna karşın milli geliriniz 750 milyar dolar. Böyle bir zemindeyiz. Sermaye kontrollerini, bankalardaki mevduata el konulmasını, kambiyo rejiminin değişmesini biz artık konuşmuyoruz, yurtdışı konuşmaya başladı. Yurtdışındaki bu imaja rağmen, Nas’la devam etmek, faizi Nas’a bağlamak, bir inanca bağlamak uçurumdan düşüş ivmemizi arttırıyor.

ÖM: Galiba süreyi de bitirdik.

AB: Bitirdik. Aslında 17-25 Aralık’ın yıldönümü, onu konuşacaktık. Artık daha başka bir zamanda değerlendiririz.

ÖM: Evet, belki haftaya değerlendiririz. Ekmek kuyrukları bolca, onu da görüyoruz. Askıda ekmek dönemine geçildi, çok vahim tablo…

AB: Geçen haftalarda “Ekonomik uygulamalar ve gidişat, Enver Paşa’nın Sarıkamış seferi gibi” demiştim, inanın toplum kırılması böyle bir şey..

ÖM: Konuşmaya devam edeceğiz.

AB: Konuşmaya devam edeceğiz.

ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali bey, görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın!

ÖÖ: Görüşmek üzere.

Program Kaydı için: https://acikradyo.com.tr/podcast/231790

 

Emre Balıca Yazdı: Asgari Seçim

21 Aralık 2021 in Genel

Merhaba Sevgili Okurlar,

Uzun bir süredir yazamadım. Biraz kurum eğitimleri biraz finansal piyasaların hareketi yazı yazmaktan alıkoydu beni. Ama kendime gelenek yaptığım sene sonu yayınlarından önce içimde bir süredir birikenleri yazıya dökmek istedim.

Nerede kalmıştık deyip, kaldığım yerden devam etmeyeceğim. Aslında isterim ama yaklaşık bir buçuk ay yazı yazamayan ben için Türkiye ekonomisi çok değişti. Son yazım çıktığı sırada dolar kuru 9.45 tl’imiş. Euro desen 10,98 tl.

Hazır mısınız?

Gram Altın 548 tl’den işlem görüyormuş.

Hasbelkader birilerine yatırım tavsiyesidir desem durumu siz düşünün.

Ama bunlardan çok bahsetmeye niyetim şu an yok. Dolar fırladı aman Euro coştu falan demeyeceğim. Başka bir konudan bahsedeceğim. Belki yazının sonlarına doğru üstünden geçerim diye düşünüyorum.

Yanlış anlaşılacağım bu düşüncem nedeniyle problem yaşayacağım ama ben biraz şu yeni düzenleme ile gerçekleşen asgari ücret zammından bahsedeceğim.

2022 Ocak ayı ile net asgari ücret 4250 tl olarak açıklandı. Ciddi bir sıçrama mı?

Evet. Ciddi bir sıçrama. Ekonominin gerçeklerini düşünürsek TÜİK’in açıkladığı verilere göre ülkenin neredeyse üçte biri asgari ücret ile geçiniyor. Ve ne hikmetse şimdiye kadar enflasyon oranında artış yaşayan asgari ücret bir anda %50 zamlanıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Ya TÜİK enflasyonu yanlış açıkladı ya da dış güçlerin büyük oyununu artık bozduk.

Ya da seçim mi var?

Şimdi biz ülke olarak balık hafızalı insanlarız kabul edelim. Unutmayı seviyoruz. Gerçi buna her gün her saat değişen ülke gündeminin etkisi büyük ama unutkanlığımızın olduğu da bir gerçek.

Geriye dönüp baktığımızda asgari ücrette bu tip sert artışların seçim dönemleri öncesinde olduğunu görebilirsiniz. Örnek mi?

2003 yılında iktidara gelen AKP, 2004 yerel seçimlerinin olduğu sene  % 35’lik bir zam yaptı. 2007 halk oylaması ve genel seçimlerin sonrasında zam vaadine uygun olarak 2008 yılında %20 ye yakın bir zam yaptı ki enflasyon o sene %10,5. Sonra 2015 yılında enflasyona göre asgari ücretin ciddi bir artışını görüyoruz ki o sene de genel seçim var. AKP’nin %49.5 ile iktidarını pekiştirdiği yıl. Ancak o seçim yılı nasıl bir yıl ise hatırlar mısınız bilmem iki ayrı seçim oldu. Haziran ve Kasım. Bu o dönem asgari ücrete de yansıdı ki, iktidarını Kasım ayında perçinleyen AKP, 2016 yılında da %30 luk bir artış ile asgari ücretliyi mutlu etti. Yani asgari ücretli 2015 de Haziran seçiminin nimetini alırken 2016 yılında Kasım seçiminin faydasını gördü.

Ve şimdi 2022 asgari ücreti %50 oranında arttı. Seçim kokusu zaten havada hissediliyor o belli ama artık gürültüsü de gelmeye başladı.

Aslında buraya kadar okuduysanız bana kızacağınız tarafa henüz gelmediniz. Yazımın bundan sonrasında lanetleyeceksiniz.

Ben bu kadar zammı beklemiyordum açıkçası. Ülke ekonomisinin bu kadar kitlendiği bir dönemde işsizliğin ya da iş yeri kapanmaların artabileceği böyle bir kararın alınacağını düşünmüyordum. Asgari ücretin yaşanabilir bir standartta olmasına kimsenin karşı çıkacağını zaten zannetmiyorum.

Ve kaldı ki kapitalist sistemin uşağı değilim diye kendi içimde cevaplarım da var. Ancak sermayenin alternatif maliyetinin yükseldiği, firmaların paradan para kazandığı, enerji maliyetlerinin giderek arttığı ve ithalatın döviz karşısında çaresiz kaldığı bir dönemde firmaların bu kadar zor durumda kalmasına gerek var mıydı?

Burada beyaz yakaların endişelerine girmeyeceğim bile. Onların durumu biraz daha karmaşık artık.

Benzer bir zam mevcut maaşlarına alabilecekler mi?

Ya da iş kaybı korkusu ile ses çıkarmadan devam edecekler mi?

Daha da kötüsü ilk doğal eleme kendilerine mi olacak?

Yazdıklarım gerçekten bu zamma karşı duruş değil. Ülke ekonomisin gerçeklerini bir türlü göremeden alınan yanlış kararların sonuçlarının getirdiği noktada olmak. Asgari ücret elbette yaşam seviyesini koruyan bir standartta olmalı. Bir ücret olmamalı. Bir ön basamak olmalı. Çalışanlar emekleri ve nitelikleri ile bu maaşın da üzerinde kazanabilmeli.

Ancak gün içinde sürekli sanayi de olan benim gibi biri içeriden baktığında işsiz kalacak insanları görüyor. Kaçak çalışmaya dönebilecek firmaları görüyor. Ve hatta artan maliyetler yüzünden kapanacak atölyeleri görüyor.

Döviz ile gelir elde etmeyen ve elde ettiği geliri enflasyona ve dövize karşı değer kaybeden biri olarak asgari ücretin 5 bin ya da 10 bin olması bir anlam ifade etmiyor. Biliyorum ki bu parayı alsam bile markete gittiğimde ya da arabaya benzin almak için kuyruğa girdiğimde fiyat etiketinde eriyen paramı göreceğim.

Siz benim alım gücümü elimden alıyorsunuz. Asgari ücretin yüksek olması önemli değil benim gibiler için. Ben ekonomiyi dış güçlerin oyunu demeden, alınan kararların hatalarını görerek ve aslında alınması gereken kararları tartışarak ekonomiyi izliyorum. Taraf olmaya çalışmadan ekonomi biliminin ilkelerinin işleyeceğine inanarak yorumluyorum. Ve o yüzden asgari ücret zammının yüksek olması benim gibileri, başka düşüncelere ve endişelere yönlendiriyor.

Ama siz zaten popülist bir politika ile seçim arayışı içindeyseniz gene yanlış yoldasınız. Fiyat etiketlerini asgari alım gücüne indirin sorun çözülecek o zaman.

Aman haaa…

Onu da baskı ile değil ekonomi için doğru kararları alarak yapmanız lazım.

Omikron ve Enflasyon: Arda Ural Halk TV’de Naz Özdeğirmenci ile

21 Aralık 2021 in Genel

19 Aralık 2021 tarihinde EY Amerika Sağlık ve Yaşam Bilimleri Başkanı Dr.Arda URAL Halk TV’de Naz Özdeğirmencinin sunmuş olduğu programda Omikron varyantı ve enflasyon hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Söz konusu programın kaydına buraya tıklayarak ya da aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

YouTube kaydı: https://www.youtube.com/watch?v=K47u1th9WPs

Emre Balıca Yazdı: Asgari Seçim

21 Aralık 2021 in Genel

Merhaba Sevgili Okurlar,

Uzun bir süredir yazamadım. Biraz kurum eğitimleri biraz finansal piyasaların hareketi yazı yazmaktan alıkoydu beni. Ama kendime gelenek yaptığım sene sonu yayınlarından önce içimde bir süredir birikenleri yazıya dökmek istedim.

Nerede kalmıştık deyip, kaldığım yerden devam etmeyeceğim. Aslında isterim ama yaklaşık bir buçuk ay yazı yazamayan ben için Türkiye ekonomisi çok değişti. Son yazım çıktığı sırada dolar kuru 9.45 tl’imiş. Euro desen 10,98 tl.

Hazır mısınız?

Gram Altın 548 tl’den işlem görüyormuş.

Hasbelkader birilerine yatırım tavsiyesidir desem durumu siz düşünün.

Ama bunlardan çok bahsetmeye niyetim şu an yok. Dolar fırladı aman Euro coştu falan demeyeceğim. Başka bir konudan bahsedeceğim. Belki yazının sonlarına doğru üstünden geçerim diye düşünüyorum.

Yanlış anlaşılacağım bu düşüncem nedeniyle problem yaşayacağım ama ben biraz şu yeni düzenleme ile gerçekleşen asgari ücret zammından bahsedeceğim.

2022 Ocak ayı ile net asgari ücret 4250 tl olarak açıklandı. Ciddi bir sıçrama mı?

Evet. Ciddi bir sıçrama. Ekonominin gerçeklerini düşünürsek TÜİK’in açıkladığı verilere göre ülkenin neredeyse üçte biri asgari ücret ile geçiniyor. Ve ne hikmetse şimdiye kadar enflasyon oranında artış yaşayan asgari ücret bir anda %50 zamlanıyor. İnsan düşünmeden edemiyor. Ya TÜİK enflasyonu yanlış açıkladı ya da dış güçlerin büyük oyununu artık bozduk.

Ya da seçim mi var?

Şimdi biz ülke olarak balık hafızalı insanlarız kabul edelim. Unutmayı seviyoruz. Gerçi buna her gün her saat değişen ülke gündeminin etkisi büyük ama unutkanlığımızın olduğu da bir gerçek.

Geriye dönüp baktığımızda asgari ücrette bu tip sert artışların seçim dönemleri öncesinde olduğunu görebilirsiniz. Örnek mi?

2003 yılında iktidara gelen AKP, 2004 yerel seçimlerinin olduğu sene  % 35’lik bir zam yaptı. 2007 halk oylaması ve genel seçimlerin sonrasında zam vaadine uygun olarak 2008 yılında %20 ye yakın bir zam yaptı ki enflasyon o sene %10,5. Sonra 2015 yılında enflasyona göre asgari ücretin ciddi bir artışını görüyoruz ki o sene de genel seçim var. AKP’nin %49.5 ile iktidarını pekiştirdiği yıl. Ancak o seçim yılı nasıl bir yıl ise hatırlar mısınız bilmem iki ayrı seçim oldu. Haziran ve Kasım. Bu o dönem asgari ücrete de yansıdı ki, iktidarını Kasım ayında perçinleyen AKP, 2016 yılında da %30 luk bir artış ile asgari ücretliyi mutlu etti. Yani asgari ücretli 2015 de Haziran seçiminin nimetini alırken 2016 yılında Kasım seçiminin faydasını gördü.

Ve şimdi 2022 asgari ücreti %50 oranında arttı. Seçim kokusu zaten havada hissediliyor o belli ama artık gürültüsü de gelmeye başladı.

Aslında buraya kadar okuduysanız bana kızacağınız tarafa henüz gelmediniz. Yazımın bundan sonrasında lanetleyeceksiniz.

Ben bu kadar zammı beklemiyordum açıkçası. Ülke ekonomisinin bu kadar kitlendiği bir dönemde işsizliğin ya da iş yeri kapanmaların artabileceği böyle bir kararın alınacağını düşünmüyordum. Asgari ücretin yaşanabilir bir standartta olmasına kimsenin karşı çıkacağını zaten zannetmiyorum.

Ve kaldı ki kapitalist sistemin uşağı değilim diye kendi içimde cevaplarım da var. Ancak sermayenin alternatif maliyetinin yükseldiği, firmaların paradan para kazandığı, enerji maliyetlerinin giderek arttığı ve ithalatın döviz karşısında çaresiz kaldığı bir dönemde firmaların bu kadar zor durumda kalmasına gerek var mıydı?

Burada beyaz yakaların endişelerine girmeyeceğim bile. Onların durumu biraz daha karmaşık artık.

Benzer bir zam mevcut maaşlarına alabilecekler mi?

Ya da iş kaybı korkusu ile ses çıkarmadan devam edecekler mi?

Daha da kötüsü ilk doğal eleme kendilerine mi olacak?

Yazdıklarım gerçekten bu zamma karşı duruş değil. Ülke ekonomisin gerçeklerini bir türlü göremeden alınan yanlış kararların sonuçlarının getirdiği noktada olmak. Asgari ücret elbette yaşam seviyesini koruyan bir standartta olmalı. Bir ücret olmamalı. Bir ön basamak olmalı. Çalışanlar emekleri ve nitelikleri ile bu maaşın da üzerinde kazanabilmeli.

Ancak gün içinde sürekli sanayi de olan benim gibi biri içeriden baktığında işsiz kalacak insanları görüyor. Kaçak çalışmaya dönebilecek firmaları görüyor. Ve hatta artan maliyetler yüzünden kapanacak atölyeleri görüyor.

Döviz ile gelir elde etmeyen ve elde ettiği geliri enflasyona ve dövize karşı değer kaybeden biri olarak asgari ücretin 5 bin ya da 10 bin olması bir anlam ifade etmiyor. Biliyorum ki bu parayı alsam bile markete gittiğimde ya da arabaya benzin almak için kuyruğa girdiğimde fiyat etiketinde eriyen paramı göreceğim.

Siz benim alım gücümü elimden alıyorsunuz. Asgari ücretin yüksek olması önemli değil benim gibiler için. Ben ekonomiyi dış güçlerin oyunu demeden, alınan kararların hatalarını görerek ve aslında alınması gereken kararları tartışarak ekonomiyi izliyorum. Taraf olmaya çalışmadan ekonomi biliminin ilkelerinin işleyeceğine inanarak yorumluyorum. Ve o yüzden asgari ücret zammının yüksek olması benim gibileri, başka düşüncelere ve endişelere yönlendiriyor.

Ama siz zaten popülist bir politika ile seçim arayışı içindeyseniz gene yanlış yoldasınız. Fiyat etiketlerini asgari alım gücüne indirin sorun çözülecek o zaman.

Aman haaa…

Onu da baskı ile değil ekonomi için doğru kararları alarak yapmanız lazım.

Charles Kindleberger Cinnet, Panik ve Çöküş ‘Mali Krizler Tarihi’ Kitabı İncelemesi

18 Ekim 2021 in Genel

Sosyal Para Analiz ekibince 12.10.2021 tarihinde çevrimiçi olarak Charles Kindleberger’in Cinnet, Panik ve Çöküş ‘Mali Krizler Tarihi’ kitabı ele alınmıştır.

6 katılımcı kitabın farklı bölümlerini farklı açılardan ele alarak düşüncelerini ifade etmiştir.

Söz konusu içerik ile alakalı YouTube kaydına buraya tıklayarak ya da aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.

YouTube kaydı: https://www.youtube.com/watch?v=xLksyp–Zuk

 

Enerji Fiyatlarındaki Artış Hakkında

5 Ekim 2021 in Genel, Sektör Analizi

Dünyada enerji fiyatları son zamanlarda hızla arttı. Hem tedarik hem de talep konusunda olumsuz çeşitli durumlar mevcut. Bu durumlardan öne çıkan başlıklar şu şekildedir:

1. Yaşanan iklim değişikliği ile birlikte yazın ve kışın tüketilecek doğalgaz miktarlarının değişeceği hesaplanmıştır. Bu durum hem üretim hem tüketim tarafında yeni değişkenlerin oluşmasına sebep olmuştur. Örneğin talebi karşılamak adına geçen yıl soğuk geçen kış ayında Teksas, Meksika’ya doğalgaz ihracatını kısıtlamaya başlamıştır. Birbirine bağlı boru hatları ve şebeklerden oluşan Avrupa pazarının ihtiyacının karşılanması için bu yıl ne tür gelişmelerin yaşanacağı önemli bir test olacaktır.

2. Yaşanan iklim değişikliği ile birlikte alınan önlemlerden bir tanesi, kömür üretiminden doğazalgaza geçiştir. Bu geçiş doğalgaz talebinin normal seviyenin üzerinde olmasına neden olmaktadır. Bu durum bir arz-talep dengesizliğine sebebiyet vermiştir. Örneğin, ortalama bir seyirde 2021 yılında küresel sıvılaştırılmış doğalgaz talebinin %7 artması beklenirken, arz tarafında üretim %5 bandında artabilmiştir. Bu dengesizlik fiyatlara yansımıştır. Aşağıdaki grafikten görülebileceği gibi 2005-2020 yılları arasında doğalgaz fiyatları 25-75 USD bandında dalgalanmaktayken bugün itibarıyla fiyatlar 250 USD’ye kadar çıkmıştır.

Grafik 1: 1997-2021 Yılları Arasında Doğalgaz Kontrat Fiyatları

3. Yaşanan iklim değişikliği ile birlikte, üretim tarafının, talebe yetişememesi beklentileri de olumsuz yönde etkileyebilmektedir.
Normal şartlarda Avrupa’nın 5 yıllık ortalama doğalgaz enerji stoğu %92 seviyelerindeyken güncel stok oranı %71 seviyelerindedir.

Bloomberg’in hazırlamış olduğu senaryo analizine göre:

Sert bir kış yaşanması durumunda, stok seviyeleri %4 bandında düşecektir. Bu da fiyatların yeni yüksek zirveler yapabileceği demektir.
Normal bir kış yaşanması durumunda, stoklar %24 bandında olacaktır. Bu durumda fiyatlar güncel yüksek seviyelerini koruyacaktır.
Ilık bir kış yaşanması durumunda ise, stoklar %35 bandında olacaktır. Bu da fiyatların gevşemesine yol açacaktır.

Dünyanın en fazla doğalgaz çıkaran kuruluşu Gazprom’un yönetim kurulu üyesi Vitaly Markelov’un beklentisi ilk senaryo olan bu kışın sert yaşanacağı şeklindedir.

Yaşanan gelişmelerin sonucu yalnızca yüksek enerji fiyatları olmayabilir. Enerji fiyatlarından kaynaklı olarak maliyet artışlarının kredi geri ödemelerinde ve borçlanma araçları piyasasında olumsuz etkileri olabilecektir. Bunun dışında talebi karşılamak amacıyla ülkelerin birbirine doğalgaz ihracatını kısıtlamasının olumsuz politik sonuçları olabilecektir.

Duruma elektrik fiyatları ve Türkiye açısından bakacak olursak, Türkiye’de 2020 yılında elektrik üretiminin %22,7’si doğalgaz ile sağlanmıştır. Doğalgaz fiyatlarındaki artış, elektrik fiyatlarında da bir artışa neden olacaktır.

2011-2017 yılları arasında Türkiye’de elektrik vadeli işlem fiyatları 140-150 TL bandındayken 2018 yılında 200, 2019 yılında 280, 2020 yılında 320 TL ve günümüzde ise 690 TL bandındadır. Bu durum sanayi üretiminden, hanehalkı tüketimine geniş bir kesimde maliyet artışı ve enflasyon ile sonuçlanacaktır.

Grafik 2: 2011-2021 Yılları Arasında Türkiye Yıllık Elektrik Vadeli İşlemleri

Merkeziyetsiz Finans Kavramı ve Finans Dünyasının Oyuncakları

25 Temmuz 2021 in Genel

Merkeziyetsiz Finans ne demek?

Merkeziyetsiz finans özünde günümüzdeki finans sisteminde yaşanan sıkıntıların nedeninin bu alandaki aktörlerinin mevcut yapıları olduğunu düşünen ve buna karşı kökten farklı bir sistem ortaya koymaya aday bir harekettir.

Nedir finans sisteminin sıkıntıları?

Finansal sistem şu anki hali ile yavaş bir sektör. Çünkü özellikle karar ve işleyiş mekanizmaları olarak sektörün oyuncuları zaman içinde o kadar büyüdüler ki hantallaştılar. Sonra, teknolojileri bundan 30–40 yıl önce kurulmuş, günümüz ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak eski mimari yapılar. Her bir oyuncu eskinin rekabet anlayışı ile kendi sistemini kurmuş ve dışarıya sıkı sıkıya kapatmış. Hiçbirinin sistemi diğeri ile konuşmuyor.
Yavaşlığın bir başka nedeni de, genelde coğrafi kısıtlar nedeniyle iş yaptıkları ülkelerin mevzuat ve denetimleri. Yapılan her bir yenilik için onlarca görüş ve onay alınması. Sonra artık yavaş yavaş doyuma ulaşıyor sektör. Finans ürünleri emtia haline dönmüş durumdadır.  Müşteriler, kim ne kadar ucuza verirse oraya kayıyor. Peki ucuza hizmet sunabiliyorlar mı mevcut oyuncular? Şaşaalı genel merkezler, o merkezlerdeki müdürlerin arabaları, şoförleri derken birçok masraf arşa çıkmış durumda. Birinin bunları ödemesi gerek, öte yandan hissedarlar da kâr beklentisi içinde, onları da unutmamalı.

Merkeziyetsiz Finans ne yapacak bunlara?

İşte Merkeziyetsiz Finans – DeFi denen hareket, mevcut finans aktörlerden bambaşka bir oyun planı ile ortaya çıkıyor. Amaç dijital dünyada gerçekleşen finans işlemlerinde aracıların verdiği hizmeti dağıtık yapılara kaydırmak. Herhangi bir kişinin herhangi bir yerden borç alma, verme, sigorta alma, ya da dijital varlıklara yatırım yapabilmesine imkan vermek.

Merkeziyetsiz finansın gelişimi – Finans dünyasının oyuncakları

Chris Dixon, 2010 yılında yazmış olduğu “bir sonraki büyük ‘şey’ başlangıçta bir oyuncak gibi görünecek” isimli makalesinde bir teknolojinin ilk çıktığında piyasa oyuncuları tarafından küçümsenmesine yol açabileceğinden bahseder. 2021 yılından geriye baktığımızda, gerçekten de başlangıçta oyuncak olarak adlandırılan pek çok yeni teknolojinin hayatımıza nasıl hızla girip ne kadar geniş yer aldığını görüyoruz.

Finansal girişimlerin büyümesi ve adaptasyonu için uygun zamanın ve altyapıların gelmesi gerekiyordu ve sanki son 10 yıldır bu gelişmeler olgunlaşmayı sağladı. Şu anda mevcut finansal sistem oyuncularının verdiği hizmeti dijital dünyada daha ucuza, daha hızlı ve herhangi bir kısıtlama olmaksızın yapmaya başlayan onlarca girişim var. Bu girişimler dışında tamamen dijital dünyanın dinamiklerine göre kurulmuş olan bambaşka bir “yapı” da halihazırda geliyor.

Bitcoin

İlk adım bu dünyada değer saklama ve transfer edebilmeyi aracılardan kurtaran Bitcoin tarafından atıldı: Fiziksel dünya ile (sistemi yürütmek ve savunmak için enerji harcamak dışında) bağlantısı olmayan bir para. Bitcoin öyle hızlı gelişim sonucu ortaya çıkabilecek teknik aksaklıklar, yap-boz-çalıştır türü denemeleri kaldıracak seviyeyi çoktan geçti. Bu da onun teknolojik olarak yenilik yapabilme yetisini oldukça kısıtlıyor. Bitcoin, tamamen sanal dünyada işleyen, fiziki dünya ile tek ilişkisinin enerji harcayan madenciler olduğu bir sistemdir.

Ethereum

Ethereum, Bitcoin’in eksik kaldığı alanı doldurmaktadır. Özellikle son zamanlarda yeni girişimlerin altyapısı olmak konusunda neredeyse standart haline geldi. Felsefe olarak Bitcoin geliştiricilerinden oldukça farklı bir noktada olan Ethereum topluluğu, bir dijital varlık olmak yerine teknolojik gelişimi ön planda tutuyor. Onlar için yazılımda bozukluklar olabilir, bu normal karşılanmalı ve zamanla düzeltmeli. Önemli olan hızlı şekilde kullanıcıların teknolojik ihtiyaçlarını karşılamak. Ethereum, Bitcoin’in kullandığı PoW olarak adlandırılan mekanizmayı bir adım daha öteye götürüp uzun süredir üzerinde çalıştığı PoS mekanizmasına geçtiğinde enerji harcaması sona erecek. Yani Ethereum fiziki dünya ile bağlarını toptan kopararak neredeyse tamamen bağımsız bir sanal yapı haline gelecek.

Ve DeFi

DeFi hareketi ağırlıklı olarak ETH üzerine kurulmuştur. Bugün DeFi kullanarak kredi alabiliyor, mevduat yatırabiliyor, sigorta yaptırabiliyor, yatırımlarınızı bir varlık yöneticisine emanet edebiliyorsunuz. Üstelik bunları isterseniz kıymeti kendinden menkul kripto paralar (BTC, ETH gibi) ya da ABD Doları, TL gibi itibari paralara sabitlenmiş sabit/stabil paralar (Tether-USDT-, USDC, DAI, BiLira gibi) ile gerçekleştirebiliyorsunuz. Gerçek dünyada kurduğunuz kanuni yapıların (anonim şirket, kooperatif gibi) benzerlerini ama bu sefer arada sınırlar olmadan yüzlerce kişi ile birlikte kurabiliyorsunuz. Üstelik sudan ucuz bir fiyata. Bu yapıları nasıl yönetebileceğiniz konusunda alternatifler sınırsız. Aradaki anlaşmazlıkların nasıl çözüleceği konusunda “kod kanundur” düsturundan gelen Akıllı Kontratları kullanabileceğiniz gibi, arada uyuşmazlık olduğunda size arabulucu ya da mahkeme hizmeti veren (tamamen merkeziyetsiz) hizmetler bile mümkün bu yapılarda.

DeFi’da türev piyasaları nasıl oluyor?

Türev piyasalarının asıl çıkış amacı getirinin ikiz kardeşi olan riski yönetmektir. Türev piyasalar, herhangi bir varlığı belli bir fiyattan almak isteyen bir taraf ile aynı fiyattan satmak isteyen bir başka tarafı bahsedilen varlığın elde olmasına ihtiyaç duymadan bir araya getiriyor. Örneklerini ise aslında çoğumuz duymuşuzdur, vadeli işlemler olarak geçen futures, forwards, options, swaps gibi…

Neden merkezi olmayan DeFi türev piyasalarına ihtiyaç var?

En önemli nedenlerden biri sisteme giriş kolaylığı. Merkezi olarak türev ürünleri sunan piyasalara girmek için gerekli prosedür hem zahmetli hem de kimileri için (örneğin coğrafi kısıtlar, yeterince maddi servete sahip olmama gibi nedenlerle) imkansız. Eğer kripto paralar ile bir haşır neşirliğiniz var ise, örneğin ETH tutan bir cüzdana sahipseniz bu borsalarda işlem yapmaya başlamanız bırakın saatleri dakikalar içinde mümkün.

DeFi ürünleri kullanmanın bir başka avantajı daha önceleri de bahsettiğimiz kullanıcıya verilen güç. Özellikle herhangi bir türev pazarından aldığınız herhangi bir ürünü, bir başka DeFi platformu üzerinden satabiliyorsunuz. Ne de olsa kontratı yapan kişi olarak kontrat sizin. O kontrat Ethereum zinciri üzerine işleniyor ve anahtarı sizde. İşlem yapmak için daha kârlı bir platform bulduğunuz anda cüzdanınızı saniyeler içinde o platforma bağlayıp işlemi oradan gerçekleştirebilirsiniz.

Kim bu DeFi piyasa oyuncuları?

DeFi içinde türev piyasaları hızla büyüdüğünden bahsetmiştik. Oyuncular arasında en büyüğü Avustralya bazlı olan Synthetix adı gibi sentetik türev ürünleri sunuyor ve üzerine kilitli ETH miktarı olarak 800 milyon ABD Doları’na yaklaşmış durumda. Benzer şekilde sentetik ürünler sunan UMA ve kaldıraçlı işlem yapmaya olanak sağlayan dydx diğer ilgi çekici projeler bu alanda…

Peki riskler neler?

DeFi üzerindeki türev piyasaları da benzer şekilde oldukça riskli. Öncelikle üzerine kurulu oldukları varlıkların riskini taşıyorlar. Eğer kaldıraçlı işlem yapıyorsanız borçlandığınız orana göre çıpaladığınız varlıktaki değişim size 10 ile 100 kat daha fazla etki edebiliyor. Üstünde yazılı oldukları akıllı Kontratların kodlanmasında yaşanabilecek hatalar sorun yaratabiliyor.

Keza bu tip ürünleri kullanırken hep teminat vermek zorundasınız. Teminat DeFi piyasalarında genelde kripto para. Bu kripto paralardaki değer değişiminin teminatınızın azaltması riski var. Eğer istenen teminat oranlarının altında kalırsanız ceza ile birlikte likidite olur ve ciddi bir kayıba uğrarsınız. Öte yandan, özellikle türev piyasalarında rezerv para olarak kullanılan sabit (ya da stabil) paralar dediğimiz genelde ABD Dolarına bağlı olan kripto paralar (USDT, USDC gibi) aslında kendileri de bir nevi türev ürünler. Akıllı kontratlar ile yazılmış kod parçacıkları. Bu paraların karşılığı ABD Doları olarak gerçekten bankada tutuluyor mu bu da bir risk.

Unutmayın, risklerin yanında bu risklerden korunmak için önlemler de var:

Bir kere bu tür ürünleri kullandığınız durumda sistem karşı taraf riskini engellemek için mutlaka teminat yatırılmasını istiyor. Bu teminatlar DeFi ürünlerde normalin de üzerinde oldukça yüksek rakamlar. İkincisi bu kontratların çoğunluğu dış denetim (audit) geçiriyorlar. Tabii yine de bunlara güvenmezseniz (ki kimse “neden güvenmiyorsun?” diyemez) o zaman elinizde olmayan teknik risklerden sizi koruyacak sigorta yaptırmak da mümkün.

 

Yukarıdaki yazı Turan Sert’in 11 Haziran 2020, 20 Ağustos 2020 ve 1 Eylül 2020 tarihlerinde ilk olarak BTCHaber’de yayınlamış olduğu 3 adet yazının derlenmesi ile oluşturulmuştur. Söz konusu yazıların orjinal haline BTCHaber’den ve https://medium.com/turansert adresinden ulaşabilirsiniz.

Derleme: Edanur YAVUZ ve Yunus DURAL

Turan Sert
Twitter Adresi:
@Turan Sert

 

 

Cari Açık Borçlanma İlişkisi – Baki Demirel ve İlhan Döğüş

11 Temmuz 2021 in Genel

Baki Demirel: Öncelikle herkese merhaba. İlhan ile ve sizinle olmak büyük bir onur benim için. Tüm izleyenlere de sevgilerimi saygılarımı iletiyorum. Aslında yani ekonomi politik bağlamında İlhan’la büyük fikir ayrılıklarımız yok ya da neredeyse çok az. Burada ki konuşmanın, tartışmanın nedeni de ‘’eğer Türkiye rezerv para ülkesi olsaydı’’ böyle çok büyük bir tartışmaya gerek olmazdı ya da bu tartışmaya gerek olmayabilirdi. Burada ki sorun bence, kanaatimce Türkiye’nin rezerv para ülkesi olmamasından ileri geliyor. Dünyada tabi rezerv para sınırlı sayıda.

Burada benim temel şeyim şu; eğer sermaye hareketleri bu kadar kontrolsüz olmasaydı veya Türkiye 1989 yılındaki finansal liberalizasyona hızlı bir geçiş yapmasaydı –konvertibilite 1989’da geçildi ama 1991’de uygulanmaya başladı…1989’da konvertibiliye geçiş –bu hızlı geçiş hatta ondan öncesinde 1980 Kararları ve orada da aslında finansal liberalizasyona bir açık- 89’da bahsettiğim şey ödemeler dengesinin sermaye hesabının tamamen liberalize etmemiz… Ve hatta bence dünyada en fazla liberalize eden bir ülke haline geldik. Bundan dolayı ben daha fazla cari açık verdiğimizi düşünüyorum. Yani aslında borçlandığımız için cari açık mı veriyoruz tartışmasından/ görüşünden çok Türkiye ekonomisi sermaye yasağını için çok fazla liberalize ettiği için cari açık veriyor düşüncesine sahibim. Öte yandan anaakım, anaakım demeyelim de Neo-Klasik ve Monetarist düşüncelere karşıyım. Yani Türkiye’nin tasarruf açığı olduğu için cari açık veriyor görüşüne katılmıyorum. Tasarruf açığı bir sonuçtur. Neyin sonucudur? Aslında tasarruf açığın ve kamu… Nasıl diyelim kamu-tasarruf fazlası diyeceğim ama kamu tasarruf etmez! Kamu dengesi fazlasının diyelim. Ya da faiz dışı fazla da buna eklenebilir belki. Tasarruf açığı bunun sonucudur.

Tekrar edeyim biraz karmaşık oldu galiba. Eğer kamu kesimi fazla veriyorsa ve ekonomi cari açık veriyorsa o ekonomide tasarruf açığı veriyor diyebiliriz. Bu bakımdan da örneğin; cari açığı dengeleyecek bir şey veya daha doğrusu tasarruf açığı yaratmaması için cari açığı dengeleyecek şey kamu açıklarıdır. Kamu açığı ile burada biraz cari açığı dengelemiş-tasarruf açığını dengelemiş oluyoruz. Azaltmış ya da çoğaltmış olabiliyoruz -Kamu açığı ve cari açığa bağlı olarak. Yani neticede tasarruf açığı bir sonuçtur. Neden değildir. Şimdi esas meseleye geldiğimizde de yani Türkiye neden cari açık veriyor meselesine geldiğimizde elbette burada sorun çok karmaşık. Karmaşık olmasının nedeni de Türkiye’nin maalesef bu cari açığın yapısal bir sorun olması. Yani üretim kaynaklı bir sorun olmasından ileri geliyor. Türkiye’nin para ve yatırım malı bağımlısı olması aslında cari açığın da temel nedeni. Yani daha çok tüketen bir ekonomiden çok üretemeyen bir ekonomi olduğu için ve üretimini dışarıya bağımlı halde yaptığı için aslında bu kadar çok cari açık veriyor. Enerjisi bağımlısı olduğu için veya sermaye bağımlısı ülke olduğu için cari açık veriyor. Şimdi, peki bu sermaye hesabının liberalize edilmesi neden cari açığı arttırır dediğimizde karşımıza şöyle bir şey çıkıyor benim kanaatimce. Biliyorsunuz büyümenin koşulu parasal genişlemedir. Bu parasal genişlemenin nedeni de –parayı bankalar yaratır diyoruz- o zaman bir talep olması lazım yani kredi talebi olması lazım. Kredi talebi olması içinde yatırım talebi olması lazım. Peki, yatırım talebi olması için ne gerekiyor? O zamanda efektif talep gerekiyor değil mi? Yatırımları arttıracağız istihdamı arttıracağız ve sermaye stokunu arttıracağız ve ekonomiyi büyüteceğiz bir başka yolda aslında tabii teknolojik gelişme. Peki, efektif talebi nasıl arttıracağız? Gelir yaratmak lazım ya da ücret artışları ile olması lazım ya da kamu açıklarıyla bunu yaratmak lazım. Şimdi dolayısıyla bu efektif talebin varlığı yatırımları cazip hale getirecek. Yani yatırımlar dediğimiz şey faize değil bu efektif talebe duyarlıdır.

Şimdi sermaye hesabının liberalize edilmesinin şeyi ne? Evet, ekonomi daha fazla büyürken daha fazla yabancı sermayeye ve enerjiye ihtiyaç var. Ekonomi büyüdükçe sermaye mallarına ihtiyacı artıyor. Daha fazla buzdolabı üretmek için daha fazla otomobil üretmek için daha fazla peynir üretmek için, ekmek üretmek için… Dolayısı ile bunları üretmek için yabancı sermayeye ve enerjiye ihtiyaç var. Bunları satın alabilme için de dövize ihtiyacı var. Bu malları TL ile satın alamıyorsunuz. Sermeye hesabının liberalizasyonu bunları yapabilme kolaylığı sağlamıştır ve dolayısı ile aslında daha fazla yabancı sermayenin gelmesi, Türk Lirasının değer kazanmasına yol açmıştır, Türk Lirasının değer kazanması enflasyonun düşmesine yol açmıştır dolayısıyla da faizlerin inmesine yol açmıştır. Bu da aslında tüketime yönelik kredi talebi içinde bir şey oluşturmuştur… Yani gelir yaratamıyoruz ama kredi teşviki ile aslında biz bu efektif talebi yaratmış oluyoruz ve bunun da nedeni kontrolsüz sermaye hareketleri. Ben burada sözümü noktalayayım.

Cüneyt Akman: Baki hocam şunu söyledi; Türkiye çok erken ve çok radikal bir şekilde (benim yorumuma göre) sermaye rejiminde, dış ticaret rejiminde liberalizasyona gitti bunun sonucu çok kolay borçlanabilmek oldu… Neticede de böylece cari açık verebilir haline gelindi, asıl problem budur dedi. (Baki Demirel yorumu onayladı). İlhan hocam sizde diyorsunuz ki; Türkiye, cari açık veriyor ve bu nedenle borçlanıyor. Böylece sebep ve netice ilişkisi biraz ters iki tane tezle karşı karşıya kalıyoruz. Anaakımın temel yorumu olan ‘’tasarruf eksikliği olan ülke cari açık verir tezine’’ de değinirsiniz belki… Sözü size devredeyim.

İlhan Döğüş: Teşekkür ederim öncelikle. Herkese merhaba. Şimdi Baki’nin iddiasını temellendirmek ve aradaki mekanizmayı açıklamak babında şu söylenebilir; dediği gibi, o söylediği daha ikna edici bir iddia. Türkiye’ye yabancı sermaye geldikçe döviz ucuzlayacağı için ithal edilen ürünler daha da ucuzlayacağı için bu ithalatı daha hızlı attırabilir. Evet, ama Türkiye liberalizasyonu sermaye hareketleri açıklığı 1980 sonrası yaptı ama 1990’larda ciddi bir cari açık sorunu yoktu. Cari açık sorunumuz Türkiye ekonomisinin 2000’ler sonrası oluşan bir süreç. Daha öncesinde cari açık bu düzeyde yüksek değil.

İkincisi sermaye hareketlerinin bağımsızlığı vs. veya daha çok Baki bunu Korkut Borotav’ın Marksist perspektiften söylediği şekilde ‘’ülkeler arası iş bölümü’’ üzerinden akıl yürütmeyle temellendiriyor. Ama şu var; İngiltere’de cari açık veriyor ve İngiltere’nin yabancı borcu çok yüksek. İngiltere’nin dış borcunun GSMH’ye oranı %345. Cari açıkta yüksek… İngiltere de mi uluslararası sermayenin bu tür operasyonlarına mı maruz? Benim söylediğim iddiaya karşı şu söylenebilir mesela; Almanya’nın da dış borcu var ama Almanya cari fazla veriyor. O zaman niye bu iddia Almanya’da geçerli değil? Bunu berraklaştırmak için önce hangi mekanizma ile cari açık nedeniyle dış borçlanıyoruz onu söyleyeyim. Birincisi bütün üretim süreci kredinin banka tarafından verilmesi ile başlıyor. Sonra o kredinin verilmesi ile yaratılan mevduat kişi bir ithal ürün satın aldığında –Türkiye’de bunun %80’i ara malı ve hammadde %20’si tüketim malı dolayısı ile cari açıkta tüketim söylendiği gibi yüksek bir paya sahip değil… Banka bunu karşı tarafta ki ülkede ki satan kişiye ödemek için ona denk düşen bir döviz bulması lazım. Muhabir banka hesabına yatırıp onu karşılıyor… Bu ülkede ki gelen toplam dövizler ana kalemi de ihracat. Türkiye ihracatının çok üzerinde ithalat ettiği içinde dövize ihtiyacı ortaya çıkıyor. Birincisi bu. Yani sizin o ihracatınızı aşan ithalat ödemenizi gerçekleştirmeniz için döviz borcu bulmanız lazım. O yüzden sendikasyon kredileri alınıyor Türk bankaları tarafından. Özellikle cari açığın arttığı dönemler…  Anaakımcıların söylediği gibi; ‘’mevduatın üzerinde çıkan bir kredi oran/miktarı vermek için değil’’.

İkinci mekanizma şu; banka kredi verdikten sonra ilk mevduat oluşumunda kredi-mevduat oranı 1 (ikisi eşit düzeyde). Eğer mevduat başka bir finansal ürüne dönüşürse –tahvil, hisse –  veya başka bir ülkeye giderse cari açık dolayısıyla, ithalat dolayısıyla veya bütçe fazlası dolayısıyla devlet tarafından alınırsa o zaman kredi mevduat oranı 1’in üzerine çıkıyor. Bu durumda banka bu likidite açığını dört yoldan kapatabilir; birincisi gidip Merkez Bankasından rezerv para almak (bunu şu an Türkiye’de ki faizi %19 civarında), ikincisi Bankalararası Piyasadan borçlanmak, o da Merkez Bankasının faizinin üzerinde bir faiz –çok sıkışılmadıkça tercih edilmiyor-  ki Merkez Bankası rezerv para ihtiyacını karşılamazsa gidilecek seçenekler,  üçüncüsü ellerindeki tahvilleri satıp likiditeye çevirmek, dördüncüsü mevduat faizlerini arttırmak ve mevduatları geri çağırmak. Eğer yurt dışında faiz oranları Türkiye’nin çok çok altındaysa siz %19 borçlanacaksınız, Amerika’da %2 borçlanacaksınız. Dövizin de artacağına dair artacağı beklentiniz yoksa bu likidite açığını yurt dışından borçlanarak kapatırsınız. Dolayısı ile süreç önce kredi vermek ve onla yaratılan mevduat süreci ile başlıyor. Bunun ihracat mı olacağı, ithalat mı olacağı, üretim mi olacağı, tüketim mi olacağı, neyi finanse edeceği, hangi finansal ürüne geçeceği sonraki süreçler. Ondan sonra bankaların likidite arayışları ortaya çıkıyor. Şimdi Almanya’nın dış borcu daha çok tahvil  -yani Almanya’nın ihraç ettiği tahvilleri satın alan yabancılar. Alman özel sektörü hanehalkının ithalat harcamalarından dolayı bir borçlanma söz konusu değil. O yüzden Almaya burada benim iddiamı tersleyen bir konumda değil tam. Şimdi İspanya için bir çalışma buldum. Benim iddiamla paralel bir çalışma –benim tek bulduğum o-  2019’da yayınlanmış çalışma var. Febrero Álvarez, Uxó[1] tamda bunu söylüyorlar. İspanya’da bankanın kredi vermesi ve sonra hanehalkının, özel sektörün ithalat talebi sonrasında oluşan cari açık ilişkisi yönünde. Baki’nin söylediği ile bağlantılı olarak brüt sermaye akımları daha sonra geliyor. Mekanizmayı önce krediden başlatırsak berraklaşıyor. Şöyle; sizin önce kredi verip onla yatırım yaratıp, gelir yaratıp ve buna dayanan finansal ürünler oluşturmanız lazım ki size yabancı sermaye gelsin. Portföy yatırımları; gelecek hisse senedi alacak, tahvil alacak… Tamam, yabancı sermaye gelirse döviz ucuzlar, döviz ucuzlarsa cari açık artar mantıklı ama sizin önce bir şey üretmeniz ve bu üretilmiş olan değere dayalı bir onun bir türevi olan finansal ürün üretmiş olmanız lazım ki bu portföy akımları, sıcak para gelsin tahvil ya da hisse neyse alsın. O yüzden ekonomik sürecin başlangıcını kredi mevduat ve onun yarattığı likidite arayışları çerçevesinde değerlendirmek lazım.

Cüneyt Akman: Mesela siz olsanız bu durumda Baki Hocaya ne soru sorarsınız.

İlhan Döğüş: Şunu sorabilir belki;  cari açık içerisinde sermaye hesabının katkı payı nedir? Yani ne kadarı cari açığın sermaye hareketlerinden dolayı tetikleniyor ve ne kadarı ithalattan? Gibi…

Cüneyt Akman: Türkiye’de eskiden beri kredi mevduatı yaratır hatta dünyada da 200 yıldan beri 300 yıldan beri bu böyle olur diyoruz. Nasıl olurda Türkiye yeniden cari açık vermeye bu çapta imkân bulabiliyor. Biraz size pas vermiş olayım. Gollük bir pas belki ama İlhan hoca o golü kurtarır bence.

Baki Demirel: Aslında tabii İlhan’ın sorusu ile paralel şöyle bir düşüncem var: Doğru, önce kredi yaratmak lazım ve daha sonra tabii bu kredi yaratmak aynı zamanda yatırım ve gelir yaratmak ve bu tabii ithalatı arttıracak bir şey gibi görünüyor. E ama bu ithalatın karşılığında döviz bulmak lazım. Yani eğer biz bunu kendi para birimimizle yapmış olsaydık sermaye hesabının liberalize olması bu bağlamda çok önemli olmayabilirdi. Fakat biz bu ithalatı yapabilmek için bize döviz geleceğinin biliyor olmamız lazım. Her ne kadar, evet, yerli para ile kredi yaratıyoruz ve bu dolayısı ile evet yatırımları arttırıyor, üretimi arttırıyor ama dolayısıyla da tüketimi arttırıyor.  Sermaye malı ithalatını arttırıyor aynı zamanda tüketim malı ithalatını arttırıyor -özellikle yüksek teknolojili yoğun mal. Ben İlhan’ın sorusuna tabii Türkiye’nin ithalatının %80’i ara ve sermaye malı, %20’si belki tüketim malı… Dolayısıyla esas şey ‘cari açığın esas nedeni ara ve sermaye malı ithalatı’. Ama söylemek istediğim şey şu; eğer biz bu sermaye hesabını liberalize etmemiş olsaydık –çünkü- bu ithalatı yapabilecek finansmanı nasıl bulacaktık. Yani anlatabiliyor muyum? Biz kendi paramız ile mal alıp-satamadığımız için bizim bu malı alabilmemiz için öncesinde bu paranın var olması lazım. Daha doğrusu bu paranın var olabileceğini bilmemiz lazım. Biz küresel finansal sermayeye entegreyiz dolayısıyla da bize aslında bir kredi hesabı sağlayabiliriz –dışarı ile bu şeyin karşılığında yaptığımız şeyin karşılığında… Çünkü biz ithalat yaparken TL ile yapmıyoruz. Döviz satın almamız lazım. Fakat eğer bu tabi sermaye hareketinin gelişi de iki biçimde –biliyorsunuz–  kısa vadeli sermaye hareketleri ve uzun vadeli sermaye hareketleri. Aslında yatırım yapmaya gelenler. Bu yatırım yapmaya gelenler niye gelecek? Türkiye’de istikrarlı bir efektif talep varsa doğrudan yatırım yapmaya gelir. Türkiye ekonomisi istikrarlı büyüyorsa doğrudan yatırım yapmaya gelirler. Güçlü ekonomiye gelir, ekonomi güçlensin diye yatırım yapmaya gelmezler. Ama sıcak para öyle değil. Siz o tarafı liberalize edersiniz en ufak bir faiz farkında carry trade dediğimiz paralar gelir veya ekonomiyi çok riskli hale getirmediğiniz sürece… Burada aslında ülke parasını aşırı değerlendirerek sizin için ithalatı cazip hale getirebilir. Saygılar…

Cüneyt Akman: Teşekkür ederim. Şimdi İlhan Hocam, Baki Hocam dedi ki; biz parayı bulacağımızı güvenmesek öyle cari açık vermek kolay mı? Benim anladığım o. Sizin dediğiniz gibi cari açık verelim, nasılsa sonradan borçlanırız ya da işte o sebepten borçlanıyoruz. Olur mu böyle? Sonra yaya kalıyoruz. Hâlbuki biz biliyoruz ki böyle sermaye akımları mevcut, borçlanabilme imkânlarımız var o zaman ne ala bunu açık verebiliyoruz dedi? Şimdi siz buna karşılık ne diyeceksiniz? Krediyi bankalar yaratıyor. Ama eskiden de krediyi bankalar yaratırdı ama bu kadar cari açık falan vermezdik. Orada bir boşluk yok mu sizce?

İlhan Döğüş: Birincisi döviz karşılığını bulmanız için paranızın konvertibil olması lazım. Bunun içinde arkasında devlet olması lazım. Yani zaten bu yabancı borçlarda da yanlış bilmiyorsam devlet garantisi var değil mi temel olarak?

Cüneyt Akman: Hepsinde yok, özel sektörün borçlarının büyük bir bölümünde yok.

İlhan Döğüş: Şimdi, en azından para biriminizin uluslararası ticarette rezerv para olmasa bile kabul görüyor olması lazım. İthalat yapmanız için döviz ihtiyacınız var elbet ama bu sizin ithal döviz bulmadığınız zaman ithalat yapmayacağınız anlamına gelmiyor. Yani sonuçta siz..Şöyle düşünün; Bir adaya gittik yerleştik. Hiçbir şey yok. Sıfırdan başlıyoruz. Borç bulmaya kalktığımızda başka bir adadan ‘neyin karşılığında’. Dolayısı ile sizin öncesinde onu back-up yapan, arkasında duran-sahip çıkan bir reel değerinizin olması lazım. Bu da zaten uluslararası kur piyasasında sizin para biriminiz ile ölçülebilen bir şey. Şimdi dolayısıyla ‘döviz geleceğini biliyor olmamız lazım’ demek benim söylediğime çok itiraz gibi gelmiyor bana. Yani neden döviz geliyor olacağını bilmemiz bizi cari açığın ilişki yönünün; cari açıktan borçlanmaya doğru olduğunu itiraz olsun da tersine destek olsun. Ben o ara mekanizmayı çok kavrayamadım.

Cüneyt Akman: Çünkü şu sebepten benim anladığım kadarıyla; cari açığı finanse edemezsiniz veremezsiniz. Yani Türkiye geçmişte 70 cente muhtaç kaldı. Cari açıkta veremedi.

Baki Demirel: Ödemeler dengesi krizi niye çıkar? Bir daha ithalat yapamayacak dövizi bulamadığınızda çıkar. Yani ne borçlanarak bulabilirsiniz ki zaten ihracatınız veya turizm geliriniz –döviz kazandırıcı işlemleriniz- bu sizin borçlarınızı çevirmeye yetmeyecektir. İlave ithalat yapabilecek dövizi de bulamıyorsunuz çünkü kimse size borç vermeye yanaşmıyor. O noktada ödemeler dengesi krizi ile karşılaşırsınız. İşte orada cari açığımız bizim sürekli düşüyor yani yabancı sermaye gelmemeye başladığında veya orada bir kısıtlama olduğunda cari açığımız düşüyor. Hatta ödemeler dengesi krizlerinde ve döviz krizlerinden sonra biz cari fazla vermeye başlıyoruz.

İlhan Döğüş: Tamam, o zaman şöyle mi diyoruz; Bize önce yabancı…Borç buluyoruz biz. O yabancının getirdiği dövizi …–Baki Demirel araya girer;

Borç bulacağımızı biliyoruz biz. Beklentimiz var burada. Ama sonra yok. Çünkü… Ve olmadığı zaman kriz çıkıyor… – İlhan Döğüş araya girer;

Tamam, ama şöyle, şunu mu söylüyoruz; yabancı geldi bize borç verdi. Biz o parayla gidip ithalatımızı finanse ediyoruz –Baki Demirel: Hayır, hayır- bu anlamı çıkarıyorum ben. Peki.

Baki Demirel: Biz tabii,  önce bu borç ilişkisini yaratmalıyız. Seninle aynı fikirdeyim yani önce bir talep yaratmalıyız ve bu yurt içinden kaynaklı yani reel üretim ya da tüketime bağlı. Tamam, ama şimdi bir noktaya kadar götürürseniz bu sermaye hareketlerini özellikle sıcak para; borçlanırsın, borçlanırsın, borçlanırsın ve sonra o borcu çeviremeyecek noktaya gelirsin. Ben şunu iddia etmiyorum; ‘‘yani biz cari açık verince yabancı para bulmak zorunda değiliz’ bunu ifade etmiyorum. Ama sıcak paraya bu kadar bağımlı olmamız, sıcak para hareketlerine bu kadar bağımlı olmamız bizi riskli hale getiriyor aynı zamanda bizim daha fazla tüketim yapmamıza teşvik ediyor. Para bulduğunuz için değil ama o faiz farklarından dolayı gelen sıcak para bizim paramızın değerini olduğundan daha yüksek hale getirdiği için –olması gerekenden daha yüksek hale getirdiği için- aslında ithalatı da cezbediyor. Bizi daha fazla borçlanmaya özendiriyor. Daha fazla yani… Sermaye hareketlerini bu kadar liberalize etmesek biz belki bu kadar yüksek bir tüketim toplumu olmazdık –özellikle 2000’li yıllardan sonra– veya inşaata dayalı büyüme modelini bu kadar kolay harekete geçiremezdik.

Cüneyt Akman: İlhan Hocam, sizin pozisyonunuz bu durumda nedir? Tam olarak anaakımcılardan –neoklasiklerden nasıl farklılaşıyorsunuz cari açık konusunda? Baki Hocadan da şu anda bir farkınız var mı –en son ki durumda?

İlhan Döğüş: Şimdi, Anaakımcılar yatırımlar tasarrufla finanse edilir dediği için bizim içerdeki tasarruflarımız yetmediği için dışarıdan borçlanıyoruz diyorlar –ki öyle değil. Çünkü önce yatırım sonra tasarruf oluşur. İthalattan düşük kalırsa bu tasarruflar dışa gider ve içerisi tasarruf açığı verir. Birincisi o. İkincisi, zaten tüketim -dediğim gibi ithalatın %20’si- çok büyük bir katkısı yok daha çok sermaye ve ara malı özellikle. Baki’nin söylediğine itirazım şu: Ödemeler dengesi krizi ya da herhangi bir borç krizi sizin o borcu ödeyememeniz dolayısı ile borcun birikim oranı ile artış oranının sizin gelirlerinizin artış oranı altında kalması ile ilgili (Baki Demirel ekledi: Çok doğru), stabilite dengesini kaybetmesi ile ilgili.

Cüneyt Akman ekledi: üstünde olması ile ilgili.

İlhan Döğüş: Evet, yani daha çok borç biriktirmeniz daha hızlı artmış. Ama şimdi şu var; dediğim gibi İngiltere dış borcun GSMH’ye oranı %345. İngiltere, Türkiye gibi mi de bu kadar dış borç veriyor ve cari açığı… Baki Demirel araya girdi: Ama İlhan İngiltere için Pound bir rezerv para unutmayalım. Yani borçlarını ödeyememe sorunu olmayabilir İngiltere’nin…

İlhan Döğüş: Şimdi, en başta Türkiye rezerv para olsaydı dedin. Bende diyorum ki… Baki Demirel araya girdi: Türkiye rezerv para olsaydı bunu konuşmazdık zaten. Bu tartışmayı yapmazdık. Sorunda o. Pound rezerv para ve İngiltere’nin borç ödeyememe sorunu olmaz ama Türkiye için olur o yüzden ödemeler dengesi krizi ile karşılaştık. Mesela İngiltere’de ödemeler dengesi krizi ne zaman ortaya çıktı.  ERM2… Niye poundu marka bağladılar çünkü. Orada çok sert bir sermaye çıkışı ve bir kur şoku ile karşılaştılar. Sonradan zaten çekip gittiler yani Avrupa Para Mekanizmasından hatta daha sonrasında Brexit ile birlikte tamamen ayrıldılar.

Cüneyt Akman: Evet, İlhan Hocam…

İlhan Döğüş: Cari açığın finansmanı sorunu… Cari açık verilmiş ise o finanse edilmiştir. Sorun o biriktirilen borcun içerde üretilen değerin/gelirin üstünde olması. Dolayısıyla biz cari açığın finansmanı yapamayacağız o yüzden ithalat/döviz bulamayacağız diye bir şey değil. Ödemeler dengesi krizi başka bir şey bence. Sermaye hareketlerine açık olmak, başka ülkeler sermaye hareketlerine açık ama bu sorunu yaşamıyorlar, başka ülkeler cari açık veriyor ama sermaye hareketi sorunu yok dolayısı ile Türkiye özelinde biz, hem bankalar aracılığıyla hem ithalatın finansmanı açısından bence biz yabancı borç bulmak zorunda kalıyoruz. Kapalı bir ekonomi olsaydık büyümek için dış borcu bulmak zorunda değiliz çünkü içerde bankalar zaten bunu veriyor. –Baki Demirel Ekledi: Buna katılıyorum, doğru. Zaten kabul ettiğimiz bir şey.

Cüneyt Akman: İşin bu tarafında bir uzlaşma oldu ve tasarruf açığımızdan dolayı cari açık verdiğimize de genel bir itirazla mutabakat oldu konuşmacılar arasında.

Baki Demirel: Bir şey ekleyebilir miyim Cüneyt hocam son olarak. Burada İlhan’la bir şeyimiz yok; cari açığın oluşma biçimi gibi bir fikir ayrılığımız yok. Burada İlhan’la temel fikir ayrılığımız şu; sermaye hareketlerinin kontrolü sınırlı mı olsun yoksa şey mi olsun sermaye hareketleri kontrol edilsin mi –özellikle kısa vadeli sermaye hareketleri kontrol edilsin mi edilmesin mi? Aslında tartışmanın… Bence kısa vadeli sermaye hareketleri bizi daha fazla cari açık vermeye itiyor dolayısıyla bu kısa vadeli sermaye hareketleri kontrol edilmelidir diyorum ama İlhan buna karşı çıkıyor…

Cüneyt Akman:  Öyle mi? İlhan Bey karşı çıkıyor musunuz? Kısa vadeli sermaye hareketlerini kontrol etmek doğru değil diye mi düşünüyorsunuz?

İlhan Döğüş: Özellikle siyasal açıdan Türkiye gibi bir batı ile entegrasyonunu koparınca başka siyasal sorunlar yaşayan bir ülke için sermaye hareketlerine pek sıcak bakmıyorum… Özellikle politikada…

Cüneyt Akman: Yani sermaye hareketleri serbest olması daha doğrudur diyorsunuz. Baki hocam da sermaye hareketlerinden dolayı borçlanıyoruz ve cari açık veriyoruz diyor. Zaten söylediği ana tezi de buydu. Dolayısıyla bazı konularda aynı teorik çerçeveyi paylaşıyorsunuz ama çok önemli bir sebep-sonuç ilişkisi aynı zamanda da politik çözüm önerisi farklılığınız var. Zaten bu tartışmayı da çözüm önerisi bazında yapıyoruz. O bakımdan mesele kendini açığa çıkardı…

[1]İlhan Döğüş ’ün ‘2019 yılında yayınlanan Febrero,  Álvarez ve Uxó tarafından İspanya için’’ dediği çalışma; ‘’Ignacio ÁlvarezJorge Uxó and Eladio Febrero, ‘Internal devaluation in a wage-led economy: the case of Spain’ Cambridge Journal of Economics, 2019, vol. 43, issue 2, 335-360’’ olabilir.

 

Deşifrasyon: Nurdan YİĞEN

İzmir Demokrasi Üniversitesi / Yüksek Lisans

 

Programın tamamını izlemek için:

https://www.youtube.com/watch?v=xesXH50z7nI

 

 

 

 

Serbest Kürsü – Yemeksepeti vs. Ankara Büyükşehir Belediyesi

13 Haziran 2021 in Ekonomi, Genel, Reel Sektör

Ankara Büyükşehir Belediyesinin uygulamaya koymuş olduğu “Lezzet Ankara” projesi sosyal medyada farklı görüşlere sahip kimselerce farklı açılardan ele alınıp tartışılmıştır. Söz konusu uygulamaya getirilen en büyük eleştiri uygulamanın haksız rekabete yol açarak serbest piyasanın dinamiklerine aykırı olduğu görüşüdür. Bu görüşe cevaben en yaygın argüman ise Yemeksepeti’nin yüksek komisyonlara sahip olması, sektörde en büyük firma olması ve pandemi koşullarında serbest piyasa kurallarının esnetilmesi gerektiği görüşüdür. Bu yazıda kendi gözlemlerimi, sektörün potansiyeli, temel gıda sektöründe gerçekleşen rekabet ve kamunun üstlendiği işlev olmak üzere üç farklı noktada yansıtmak istiyorum.

Birinci nokta, Yemeksepetinde yer almayan restoranların Belediyenin “Lezzet Ankara” uygulamasına dahil olup olmayacağıdır. Birçok restoran, Yemeksepetindeki komisyonlar nedeniyle, sisteme dahil olmayarak geleneksel usul telefonla sipariş yöntemini tercih etmektedir. Belediyenin uygulaması aracılığıyla “hızlı sipariş” diyebileceğimiz veritabanına bu restoranların dahil olması yemeksepetini etkilemeyecek ve müşteri lehine bir durum olacağa benziyor. Ankara genelinde kaç adet restoran olduğu ve kaçının Yemeksepeti sistemine dahil olmayıp Belediyenin uygulaması “Lezzet Ankara ”ya dahil olacağı tartışmanın önemli belirleyicilerinden olacaktır.

Türkiye genelinde 2008 yılında 35 bin civarında olan restoran sayısı (lokanta, otel lokantası, fast-food restoranı, eve servis restoranı), 2018 yılına gelindiğinde 150 bini geçmiştir. Yemeksepeti’ne kayıtlı restoran sayısı yaklaşık 34 bin bandındadır. Bu oran ev dışı yemek sektörünün %20’si civarında bir orana karşılık gelmektedir. Ankara özelinde bakıldığında ise ev dışı yemek sektörünün cirosunun %12’si Ankara’da gerçekleşmektedir. Konuyla alakalı uzmanlar ABD ve AB ülkelerindeki nüfus ve harcama oranlarına bakıldığında Türkiye’deki ev dışı yemek, hazır yemek sektörünün senede ortalama %20-25 oranında büyüyebileceğini belirtmişlerdir. 2008 yılına göre 10 yılda 4 kat büyüyebilen (Senelik büyüme oranı %18-20 bandında), senede ortalama %20-25 büyüme potansiyeli olduğu belirtilen bir sektörde 2020 yılında zorlu pandemi koşulları sebebiyle %40-45 bandında daralma yaşanmıştır. Sektörde çalışan 2 milyon insan işsizlikle ve zorlu pandemi koşulları ile baş başa kalmıştır. Sektörde çalışanların aileleri göz önünde bulundurulduğunda bu rakamın 7 milyon kişiye, bu sektöre girdi sağlayan sektörleri hesaba kattığımızda ise 20 milyon kişiye ulaşabileceği hesaplanmaktadır.

Ankara özelindeki sektörün oranı, tüm sektörün büyüme potansiyeli ve pandemi koşulları sebebiyle yaşanan daralma göz önünde bulundurulduğunda Büyükşehir Belediyesinin çıkardığı uygulamanın Yemeksepetine alternatif olmasının çok uzak olduğunu düşünüyorum. Pandemi koşullarının zararlarının telafi edilmesinin 3-4 yıl kadar süreceği varsayılırsa, bu süre boyunca Ankara özelinde her iki uygulama için de yeterli büyüme alanı olacağını düşünüyorum. Sonraki yıllarda ise Belediyenin çıkarmış olduğu uygulamanın sürüp sürmeyeceği ile ilgili herhangi bir bilgi yok.

Grafik: Yemek Sektörünün İllere Göre Dağılımı


Kaynak: Tavak Vakfı, Gastronomi Ekonomisi 2021

İkinci nokta, halihazırda birçok restoran, telefonla sipariş fiyatı ile Yemeksepeti fiyatını farklı yapabiliyor. Bu fiyat farkı Yemeksepetinin aldığı komisyonun menü fiyatına eklenmesi şeklinde gerçekleşiyor. Belediyenin uygulaması aracılığıyla telefonla sipariş fiyatı ve uygulama sipariş fiyatının eşitlenmesi ya da yakınlaşması doğrudan müşteri lehine bir kazanç olacakken Yemeksepeti aleyhine kazanç kaybı olacaktır. Yemeksepeti burada oluşan kazanç kaybını, farklı kampanya, promosyon, anlaşma ya da hizmetler ile telafi etmeye çalışacaktır. Belediye burada rekabete katılarak açıkça serbest piyasada düzenleyici bir görev üstleniyor. 2020 yılında %40-45 oranında daralma yaşamış bir sektörde serbest piyasayı komisyon indirimine gitmeye ya da farklı hizmetler sunmaya zorluyor. Buradaki önemli nokta, bu görevin kamuya düşüp düşmediğidir. Örneğin, “Getir” gibi bir firmanın bu sektöre girerek aynı zorlamayı yapması istenebilir. Zaten Yemeksepeti gibi bir uygulama için düzenleyici işlevi ancak ya Getir gibi büyük bir platform ya da kamu yapabilir. Son zamanlarda özellikle İstanbul’da hızlı sipariş işini yapmak isteyen birçok firmanın ortaya çıktığı ancak Getir dışında bu firmaların pek de tutunamadığı görülmektedir. Çünkü Yemeksepeti 2001 yılından bu yana bu işi yaparak oturmuş bir müşteri ezberi, davranışı geliştirmiştir. Durum restoranlar açısından da benzerdir.

Değişimin kolay olmayacağı belli olan bir sektörde Getir ya da kamunun bu işi yapıp yapmayacağı beklenirken ilk hamle kamu tarafından gelmiştir. Burada konunun odak noktası, kamu ve özel sektör rekabetinin, temel gıda ve hizmet sektöründe yaşanıyor olmasıdır. Rekabet eğlence, alışveriş, moda gibi farklı sektörlerde yaşansaydı tartışmanın zemini çok daha farklı olacaktı. Dolayısıyla tartışma aslında belediyenin halk ekmek üretip üretmemesi, beltur gibi kafe işletmeciliği yapıp yapmaması gibi bir zeminde yaşanıyor.

Halkekmek örneğini bu uygulama için düşünecek olursak önemli olan bir diğer noktanın belediyenin sunacağı uygulamada her türlü yiyecek, içecek ve hizmeti sunup sunmayacağı olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin orta-üst ya da lüks sayılabilecek menü ve yemek çeşitlerinin sunulması yine tartışmanın zeminini farklı noktaya taşıyacaktır. Bu segmentteki menü ve yemeklerde daha fazla kâr marjı olduğu düşünüldüğünde bu restoranların gelir kayıplarını daha hızlı telafi edebileceği düşünülebilir. Dolayısıyla burada tartışılan husus, söz konusu uygulamanın ihtiyaç duyan esnaf ya da müşterilere destek sunmaktan ziyade doğrudan yemeksepetinin alternatif uygulamasına doğru gidip gitmeyeceği olacaktır.

Üçüncü ve son nokta ise, kamunun burada üstlendiği işlev üzerinedir. Kamu hizmeti burada doğrudan restoran açmak, içecek üretmek şeklinde gerçekleşmiyor. Özel sektörün yani restoranların sunmuş olduğu hizmetin tüketicilere daha etkin ulaşabilmesi adına piyasa yapıcı bir rol üstleniyor. Piyasa yapıcılıkta kamu hizmetinin sunulması sektörün hizmet kalitesini arttırıcı işlev görebilir. Son zamanlarda çok sık tartışılan ve haberlere yansıyan kuryelerin sipariş esnasında kaza yapmaları, hayatını kaybetmeleri ve gün geçtikçe bu sayının artıyor oluşu durumu belki kamu hizmeti sunulması ile daha ciddi tartışılır ve piyasa aktörlerince ve karar alıcılar nezdinde gerekli önlemler alınmasına neden olabilir.  Piyasa yapıcı rolün, özel sektörün mü yoksa kamunun mu üstlenmesi gerektiği tartışıldığında ise karşımıza başta kamu bankaları olmak üzere birçok düşündürücü örnek çıkacaktır. Bu örneklerin etkilediği alanlar dikkate alındığında ise tartışma konusu, kamu bankalarının spor kulübüne sahip olup olmaması gerektiğine ya da kamu bankalarının özel spor kulüplerine vermiş olduğu uygun (çoğu zaman verimsiz sayılabilir) destek kredilerine kadar gidebilir. Bir spor kulübünün kamu bankaları gibi büyük firmalar sahipliğinde olmasının sunduğu avantajlar ile özel spor kulüplere sağlanan uygun kredi imkanlarından hangisinin ötekine daha ağır bastığının ölçülmesi tartışmayı çözebilecektir ancak bu ölçüm şüphesiz ki karmaşıktır.

İlk başta pandemi koşullarının zararlarının telafi edilmesi sonrasında hızlı sipariş veritabanının büyümesi, kamunun özel sektör ile tüketicileri buluştururken iyi bir piyasa yapıcı olabilmesi ve kamunun rekabet içerisinde özel sektörü farklı promosyon, kampanya ve hizmetlere zorlaması açısından söz konusu girişimin bir süreliğine faydalı olacağını düşünüyorum. Ancak, uygulamanın sınırlarının doğrudan yemeksepetine alternatif olarak çizilmemesinin de doğru olacağına inanıyorum.

Demir-Çelik gibi Hammade Fiyatlarındaki Yükseliş ve Büyüme

20 Mayıs 2021 in Genel, Sektör Analizi

Türkiye’de harcama kalemlerine göre büyümenin bileşenlerine baktığımızda en önemli kalem, aşağıdaki grafikte görülebileceği gibi özel tüketim olmaktadır.

 

Özel tüketim içerisinde de konut satışlarının önemi büyüktür. Aşağıdaki grafikte özel tüketimin alt kalemleri ile kredi türleri arasındaki korelasyonlar yer almaktadır. Buna göre özel talep ve konut kredileri  arasındaki ilişki diğer korelasyonlardan daha baskın çıkmıştır.

 

Konut sektörünün en önemli girdilerinden birisi ise demir-çeliktir. Demir çelik fiyatları Ağustos 2019’dan bu yana en yüksek seviyelerdedir. Korona sonrası toparlanma döneminde ülkelerin çeşitli ham maddeleri ihraç etmede isteksiz kaldığı görülmektedir. Çin, demir çelik ve yapı malzemeleri ile alakalı 141 ürüne vermiş olduğu ihracat desteğini durdurmuştur. Türkiye’de ihracatçı yapı malzemeleri üreticileri için bu haber olumlu olarak okunabilir. Aşağıdaki grafikte Nisan ayı için ülkelere ve geçen seneye göre yapı malzemeleri ihracatı miktarları bulunmaktadır.

 

Grafikten görülebileceği gibi geçen yıl Nisan ayında 490 milyon USD seviyelerinde olan yapı malzemeleri ihracatı bu sene 1.143 milyon seviyelerine kadar gelmiştir. Sektörün güçlenmesi Kenya gibi Afrika ülkelerindeki yatırımları da teşvik etmiştir.

Ancak yurtiçine üretim yapanlar için olumsuzluklar mevcuttur. Güncel inşaat ruhsat endeksi rakamları geçen senenin %10’u seviyelerindedir. Geçen seneye göre aynı sınıf aynı miktarda 170 TL seviyelerindeki beton fiyatları 300 TL seviyelerine ve aynı sınıf aynı miktarda 3800 TL olan demir fiyatları 7600 TL seviyelerindedir. Şüphesiz girdi maliyetlerindeki artış konut fiyatlarına yansıyacaktır. Son olarak, konut talebi için en önemli değişkenden olan konut kredisi faizleri %10.50-11 seviyelerinden %18 seviyelerine çıkmıştır. Bu da yurtiçine üretim yapan inşaat sektörü ve sonrasında bağlantılı olarak büyüme için olumsuz bir öncü sinyal olmaktadır.

Araç çubuğuna atla