Anasayfa » 20.12.2021 Tarihli Açık Radyo Programı – Ali Bilge ile Ekonomi Politik

Bu gönderiyi paylaş

Genel

20.12.2021 Tarihli Açık Radyo Programı – Ali Bilge ile Ekonomi Politik

Ömer Madra: Günaydın Ali bey, merhabalar!

Ali Bilge: Merhaba Ömer bey, günaydın Özdeş, günaydın Feryal!

ÖÖ: Günaydın!

AB: İyi haftalar! Yılın sonuna da yaklaşıyoruz.

ÖM: Evet, ekonomik olarak da artık çok ciddi bir buhrandan bahseden çok sayıda yazar ve ekonomist var. Özellikle de TÜSİAD’dan da bir çağrı gelmesi çarpıcıydı. Merkez Bankası’ndan peş peşe -Borsa İstanbul’da devre kesici denen sistemin uygulandığı- müdahalelere rağmen doların yükselmesinin önüne geçilemedi. Edirne’de de “Konuta hücum” başlığıyla bir haber vardı; Bulgarlar köy, ev; Yunanlılar da daire alıyormuş döviz kurundaki artış nedeniyle. Yunanistan ve Bulgaristan günlük alışverişlerini de Edirne’den karşılamaya devam ediyor, daire satışları artmış. Bu arada da Enerji, Petrol, Gaz İkmal İstasyonları İşveren Sendikası da “akaryakıta üst üste gelen zamlardan sonra dayanacak gücümüz kalmadı, akaryakıt zamlarından biz de mağduruz” demiş. Bir tek MÜSİAD, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği sahip çıkmış, “Yalnızca döviz kuruna indirgenerek değerlendirilemez, ekonomimizin bu süreci de atlatacağına olan inancımız tam” demiş. Erdoğan da TÜSİAD’a “Kalkıp hükümete saldırmanın farklı versiyonlarını aramayın, bizimle mücadele edemezsiniz. Bir Müslüman olarak Naslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diye faiz konusunda gelen eleştirilere cevap vermiş, İslami bir cevap.

AB: Bunların hepsine değinelim. TÜSİAD’ın tavrı ve Erdoğan’ın onlara Nas’la karşılık vermesi işin ne kadar vahim mertebede olduğunu gösteriyor. Pandemiye Türkiye ciddi ekonomik sorunlarla girdi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen otokratik rejime girerken başlayan dış kaynak ile ilgili problemleri aşama aşama yaşayarak bugünlere geldik. Artık bütün bu hikayenin sonuna da geldik. Sorun “Yeni ekonomik program” diye bir şeye bağlandı. Gerçekten bir ekonomik program mı, yeni mi? Tartışılacak bir husus bile değil ama isterseniz biraz ondan başlayarak TÜSİAD’a ve diğer konulara da değinelim.

Çin modeli nedir?

Şimdi geçtiğimiz aylarda açıklanan orta vadeli program, bütçe ve hükümetin diğer açıklamalarında “Yeni ekonomik model” diye bir şeye rastlamıyoruz. Bu son dönemde ortaya atılan bir gelişme, faiz meselesiyle başladı. Erdoğan’ın faizle ilgili olarak dini inancını içine katarak uzunca süredir ortaya koyduğu tutumunun sonuçlarını yaşıyoruz. Önce, “Faizi ben belirlerim” dedi, sonra faizle ilgili muhteşem teorisini ortaya koydu: “Enflasyonun sebebi faizdir” dedi, oradan da Çin modeline geldi. “Rekabetçi kurla cari fazla vererek ekonomiyi düze çıkaracağız” dedi. “Değersiz bir yerel para ile, döviz kuru ve enflasyon hangi istikamete giderse gitsin döviz kuruna dokunmayacağız” dedi. Enflasyonla da bir problemleri yok, enflasyonla ilgili bir mücadelesi de yok, bir kur politikası yok. Bu şekilde ihracatı arttırarak döviz kazanılacak, bu sayede de cari fazla vererek ekonomideki diğer bütün göstergeleri istikrara kavuşturacağını iddia eden bir anlayış! Böyle bir anlayış, böyle bir denklem iktisat biliminin tüm ekolleriyle yan yana düşüremediğimiz, açıklamakta zorlandığımız bir durum. Son günlerde ağızdan düşmeyen Çin modeli dediğimiz model gerçekten böyle bir şey mi? Bu konuda ilk yalanı Trump söyledi, “Çin kuru manipüle ediyor, dolar karşısında Yuan’ı değersiz tutuyor, bu nedenle ABD’ye rekabet üstünlüğü sağlıyor, bu yüzden Çin’e yaptırımlar uygulayacağız” demişti.

Trump’ın söylediklerinin doğru olup olmadığını ortaya koyan pek çok çalışma yapıldı;  özellikle hem Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşlarda hem de üniversitelerde yapılan çalışmalarda bu yaklaşıma yanıt arandı. Böyle mi, rekabet bundan dolayı mı? Çin’in ihracatının Amerika’ya artması nasıl bir üstünlükten kaynaklanıyor? Çin gerçekten kur politikası yüzünden mi üstünlük sağlıyor, yoksa başka nedenleri var mı? Bu konuda yapılan pek çok çalışma var, doktora tezleri var. Sonunda anlaşıldı ki Çin’in üstünlüğü kur politikasından değil. Çin on yıllardır, yaklaşık 40 yıldır eğitime yatırım yaptı. Birleşik Devletler’e ya da Avrupa’da üniversitelere gittiğinizde zaten bunu görürsünüz, öğrencilerin çoğu Çin’li ve Asya’lıdır. Eğitimlerini tamamlayan Çin’liler döndüklerinde ülkelerinde teknoloji yaratmaya başladılar. Çin ülkesi teknolojiler geliştirmeye başladı, nihayetinde teknolojik üstünlükleriyle üretimi ucuzlattılar ve ihracatta üstünlük- avantaj sağladılar.

ÖÖ: Tamam o zaman Erdoğan’ın planını buldunuz Ali bey! Türkiye’yi artık çok sayıda kişi terk ediyor, ülkeyi biliyorsunuz.

AB: Evet, son yıllarda 350 bin kişi gitti ama onun dönüşü yok.

ÖM: Ama dönüyorlar mı? Evet, onu sormak lazım. Bu arada Trump dediniz, Trump, Xi Jinping’la ilgili ilginç bir şey söylemiş “Evet, o bir katil ama benim iyi dostum” demiş Çin lideri için.

AB: Öyle mi?

ÖM: Evet.

“Türkiye aldığı borçları, gelen kaynakları Çin gibi üstünlük sağlayacak bir teknolojik gelişmeye ayırmadı”

AB: Galiba Trump’ın davaları da devam ediyor ama davalar ne aşamada bilmiyorum. Şimdi sonuçta yapılan pek çok akademik çalışma var, hatta bir tanesi de Amerika hazinesinde görev yapmış üst düzey bir yetkili. Çalışmanın sonunda şöyle bir cümle kurmuş; “Çin’in kur avantajından dolayı üstünlük sağladığını öne sürmek aptalcadır” diyor, Mark Sobel isimli bir iktisatçı. Çin esasında yüksek insan sermayesi, eğitim, teknoloji ile üstünlük kazandı. Birleşik Devletler dahil tüm dünyada malları ucuz üreterek rekabet üstünlüğü sağladı. Meselenin kurla falan ilgisi yok.

Türkiye, AKP iktidarları boyunca 20 yıldır geniş bir borçlanma bandı içinde yurtdışı kaynaklardan borçlandı ama üniversiteleri de sadece inşaattan, binadan ibaret saydık. İktidar bu kaynakları eğitime ve teknolojiye yatırmadı. Neye yatırdık? AVM’lere yatırdık, inşaat sektörüne yatırdık, bugün yabancılara satılan inşaatları yaptık. Mesela şehir hastaneleri yapıyoruz. Şehir hastanelerinde kullanılan malların 70%’den fazlası dışarıdan ithal ediliyor. Üç trilyon dolara yakın dış kaynak sağladığınız bu dönemde. Bu borçlarla herhangi bir sektörde ya da bir üründe bir küresel marka, bir teknolojik buluş ya da yüksek teknoloji ile üretim yapan bir hat geliştirebildiniz mi? Hayır. Mesela hastane ekipmanlarını dışarıdan satın alıyorsunuz. Kaynakları bu tür ekipmanları geliştirmeye teksif ettiniz mi? Dış kaynakları teknolojiye yatırdık mı? Hayır. Yapa yapa SİHA yaptınız, elinizde SİHA sepetiyle ülkeleri dolaşıyorsunuz, SİHA satıyorsunuz. Ukrayna’ya satıyorsunuz, Ukrayna hemen karşı teknolojiyi geliştiriyor. Rusya da aynı şekilde Türkiye SİHA’larına karşı sistem geliştirdi. Rusya geliştirdiği bu sistemi 2022 savunma fuarlarında sergileyecekmiş. Türkiye aldığı borçları, gelen kaynakları Çin gibi üstünlük sağlayacak bir teknolojik gelişmeye ayırmadı.

Ayrıca Çin kambiyo uygulamaları farklı olan bir ülke, sert bir kambiyo rejimi var. Çin sınırları içinde Euro ile, Dolar’la bir alışveriş söz konusu değil, döviz ile sözleşme yapmak söz konusu değil. Her köşe başında bir döviz büfesi de yok. Ayrıca Çin’de, Türkiye’de olduğu gibi bankalarda şahısların tasarrufları döviz mevduatı olarak durmuyor. Türkiye’de toplam mevduatın 60%’ından fazlası bankalarda döviz mevduatı olarak duruyor. Çin’de böyle bir durum söz konusu değil. Çin’in diğer bir farklılığı da şu: Tasarrufları çok yüksek bir ülke. Türkiye gibi tasarruf açığı olan bir ülke değil. Biriktirdiği çok fazla döviz rezervi var. Yoksul çok olmasına rağmen tasarruf oranı yüksek oranda gerçekleşiyor. Ciddi tasarruf fazlası var, rezervler biriktiriyor. Şimdi bugün söylenen, “İzlediğimiz yol, Çin modeli, rekabetçi kur vs.” safsatadan ibaret. Ortaya konan doğru ve yeni bir şey yok. Son günlerde, bu konularda ortalıkta dolaşan iki not bulunuyor; biri kendisini “şirket doktoru” ilan eden bir kişinin cumhurbaşkanına sunduğu ve basına da yansıyan not. Bundan iki hafta önce bahsetmiştik. Bir diğeri de cumhurbaşkanının danışmanı Cemil Ertem’e ait olan bazı notlar. Tüm dokümanlar bundan ibaret.

Ekonomide bir strateji değişikliği yapacaksan, örneğin “İthal ikameciliğe geçeceğim, ihracata dönük gelişme stratejisine geçeceğim” diyorsan, bu stratejilere uygun uygun olarak “Maliye ve para politikalarımı şöyle yapılandıracağım” demen lazım. Bir ekonomik model ortaya koyacaksanız ekonomi bürokrasinizi, kurumlarnızı çalıştırırsınız. Arkasına modelin bir maketini koyarsınız, “Ekonometrik modelimizi şöyle tasarladık, şöyle bir senaryo ile model işleyecek” dersiniz. Bunu planlarınıza, programlarınıza koyarsınız. Böyle bir şey yok. Sadece cumhurbaşkanının ağzından çıkan laflar var, o da meseleyi Nas’a bağlıyor.

ÖÖ: Geçen hafta hazine bakanı, yeni başa gelen hazine bakanı şöyle bir açıklama yapmıştı: “Ben sunum için çalışıyorum, yakında açıklayacağım” demişti ama yeni gelen birinin ekonomi modelini açıklamak için sunuma hazırlanıyor olması hem basın hem kamuoyu için biraz ilginç bir durum tabii.

“Buna çürük iktisat modeli demek, üfürük iktisat demek daha doğru olur”

AB:Böyle bir iş yapış stili yoktur. Böyle bir alaturkalık ancak çaresizlik içinde kalan rejimlerde ve yönetimlerde olur. Uzun yıllardır yayıncı ve gazeteci olarak ülkenin yaşadığı ekonomik krizlerin içinde oldum, yakından izledim. Türkiye’nin yakın tarihinde çok anormalliklere şahit olduk ama bu yaşadıklarımızı tarif edilebilecek bir durum yok gerçekten. Ülkeden yabancı yatırımcılar gidiyor. Son dönemde en fazla yabancı girişi de arsa, arazi, emlak satışlarında gerçekleşiyor. Pek çok yabancı kuruluş Türkiye ile ilgili değerlendirme yapmayı bıraktı, çünkü Türkiye’den çekiliyorlar. Türkiye gibi tasarruf açığını, büyümesini, yatırımlarını dış tasarruflarla sağlayan, dış borçlanmaya muhtaç bir ülkenin içinde bulunduğu zor durum, dünya tarafından izleniyor.

Peki politika faizini düşürünce diğer faizler düşüyor mu? Hayır. Ekonomiyi çalıştıran diğer faizler yükseliyor, kredi faizlerinde düşüş yaşamıyoruz. Devletin borçlanma faizlerinde düşüş yaşayamıyoruz! Dolayısıyla yapılan açıklamalarda söz konusu edilenler yeni ekonomik model falan değildir, buna çürük iktisat modeli demek, üfürük iktisat demek daha doğru olur.

Fala bile bakmak ciddi bir iştir. Bilime ve kitaba ters bir şekilde, güç ve çare arandığına tanık oluyoruz, işte buna üfürme denir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz vahim durum gittikçe tehlike arz etmeye başlıyor ve yangın büyüyor. Yangın bütün toplumsal kesimleri altına alıyor, eziyor. Zaten biz pandemiye sorunlu girdik, pandemide insanımıza para vermedik. Kredi verdik, borçlandırdık insanları.

TÜSİAD ki çok uzunca bir süredir sessizliğini koruyan bir kuruluştu, adeta kanarya sevenler derneğine dönmüş bir kuruluş oldu. Sonuçta geçmişine, tarihine baktığımızda iktidarlara yön veren, iktidarları etkileyen, açıklamalarıyla öne çıkmış bir kuruluştu. Son 20 yılda Erdoğan-TÜSİAD ilişkilerine baktığımızda, AKP iktidar ilişkileri -Ömer bey hatırlar, pek çok kez değerlendirmişizdir bu ilişkileri- inişli çıkışlı olmuştur. Erdoğan belediye başkanı iken yapılan bazı değerlendirmeler önüne gelmiştir, “Muhtar bile olamaz” diyenler çıkmıştır içlerinden. İnişli çıkışlı ilişkilere rağmen 20 yıllık borçlanma konjonktüründen, Türkiye’ye giren kaynak girişlerinden, yabancı sermaye girişlerinden TÜSİAD da kat be kat nasibini almıştır, çok yararlanmıştır TÜSİAD üyeleri. Özellikle AB süreci ile esen rüzgarlarla şirketlerini yabancılara yüksek bedellerle satmışlardır. İnişli çıkışlı gelişmelerden birini hatırlıyorum, hangi yıldı hatırlamıyorum ama ekonomi politikte gündeme getirmiştik: Ankara’da yapılan TÜSİAD istişare kurulu toplantısının kapalı bölümünde Erdoğan konuşmuştu. Şunu söylediğini hatırlıyorum; “Siz benden niye şikayet ediyorsunuz ki? Ben iktidara geldiğimde aranızda dört tane dolar milyarderi vardı, şimdi 43 dolar milyarderi var. Benden niye şikayet ediyorsunuz? Benim sağladığım ortamla siz bugünleri gördünüz” demişti.

ÖÖ: TÜSİAD’ın ülke ekonomisindeki payı da arttı. AKP’de arttığına dair açıklamalar vardı.

“Orta sınıflar çözülüyor, yoksullaşıyor; yoksul açlığa doğru gidiyor”

AB: Rakamı bilmiyorum ama sonuçta gelen yabancı sermayeyi değerlendiren, sermaye gruplarının başında TÜSİAD da var, imalat sanayinde daha etkin, geleneksel sermaye dediğimiz kesim. AKP sermayesi de kamu kaynaklarıyla bir an önce zenginleştirme operasyonu olduğu için inşaat ve enerji sektöründe yoğunlaştı, özelleştirmeyle dev adımlarla yürüdü. İmalat sanayiinde büyük, geleneksel sermaye hâkim, çünkü bilgiye, tecrübeye dayalı işler. İnsan sermayesi önemli, kadroya dayalı bir iş. Sonuçta AKP döneminde TÜSİAD, ülke gündeminde eski yerini koruyamadı. Nitekim şahsen görüştüğümüz kimi TÜSİAD üyeleri sessizliklerini şöyle açıklamışlardı: “Bu ortamda fazla bir şey yapacağımızı düşünmüyoruz. Etkin olamıyoruz, sürekli izleniyoruz, engelleniyoruz, menfaatlerimizi düşünmek zorundayız, ağacın, AKP’nin kurumasını bekleyeceğiz” demişlerdi.

Ancak artık iş öyle bir raydan çıktı ki sadece TÜSİAD değil, AKP’yi destekleyen sermayenin de bu gidişattan rahatsız olduğunu görüyoruz. Nitekim TOBB’dan da eleştirel yansımalar oldu. Rahatsızlık tüm toplumsal kesimlerde ciddi noktalara geldi. Son iki ay içerisinde muhteşem bir iniş, negatif, olumsuz bir iniş başladı. Orta sınıflar çözülüyor, yoksullaşıyor; yoksul açlığa doğru gidiyor. Hakim olan ekmek kuyrukları oldu. Genel toplumsal yaşam standardı düşüyor. Ayrıca ekonomi uygulamaları tek adamın ve çevresindekilerin zihniyetine göre şekilleniyor.

Burada daha önce söyledim mi bilmiyorum ama galiba 1996-97’ydi Refah-Yol hükümeti zamanıydı; daha önceki hükümetlerin iş yapış stiline bir örnek vermek istiyorum, bu olayı hatırladım. Biliyorsunuz uzun yıllar akademik yayıncılıkla uğraştım ve pek çok iktisatçı dostumuz dergi çevresinde yer aldı. Bir gün Başbakan Necmettin Erbakan’ın ofisinden aradılar, dediler ki “şu, şu, şu kişilere ulaşmak istiyoruz, siz bize yardımcı olur musunuz? Telefonlarını verir misiniz?”. Baktım farklı desenlerdeki iktisatçılardan oluşan bir kompozisyon. “Niçin istiyorsunuz?” dedim. Başbakanlık konutunda bir toplantıya çağıracaklarmış. O zamanlar denk bütçe türküsü vardı Erbakan’ın; kendi anlayışını anlatacak ama farklı görüşleri de almak istiyor. Düşünün, Necmettin Erbakan Refah-Yol döneminde kendisinin ortaya koyduğu ekonomik yaklaşımı, değişik görüşlerdeki iktisatçılarla paylaşmayı istiyordu.

“AKP’nin en büyük dayanağı yoksul oylarına koyduğu ipotektir”

Bugün toplumsal kesimlerle ilişki kurmayan bir iktidarla da karşı karşıyayız. Kendi tabanı için de geçerli; sonuçta yoksullaşma AKP tabanını da kapsıyor. AKP’nin en büyük dayanağı yoksul oylarına koyduğu ipotektir. Yoksulların illüzyonunu halen sürdürüyor. Bu illüzyonu sağladığı için uzun süre iktidarda kaldı, ancak yoksullara kaşığın ucuyla verdiklerini bugün veremiyor. 2004’te sağlık sektöründe yoksullara sağlanan imkanları bugün vermiyor. Hastaneler, sağlık hizmetleri çökmüş durumda. Üstelik pandemi de eklendi üstüne. Orta sınıfa ve yoksul toplumsal kesimlere az da olsa kaynak ayırıp oylarını garanti edebiliyordu.

Tarımda, bakın, tarımda son beş yılda kayıtlı çiftçi sayısı %26 azalmış, son 10 yılda %56 azalmış. Tarım alanları son 10 yılda %5, son 19 yılda %12 gerilemiş. Bu güz dönemi -ne kadar tarım alanı gübrelendi, rakama ulaşamadım- çiftçi zamlardan önce toprağına gübre atabildi mi? Çok sınırlı sayıda olduğu söyleniyor. Çiftçilikle uğraşan arkadaşlara sordum, “Gübre atanlar 10%’u geçemez” diyorlar. Bu gelecek senenin tarım hasılatını ne kadar etkileyecek? İnanılır gibi değil, kuraklık da cabası…

ÖÖ: Bu bahsettiğiniz durum haberlerde çıkmıştı; bundan iki hafta kadar önce çiftçiler şu anda gübre kullanmadan ekinlerini ekiyorlar, hasadı ¼ oranında düşürecek diye yer alıyordu.

ÖM: Bu arada TÜSİAD’ın da ilk defa böyle sert denebilecek açıklaması, “Denenmekte olan ekonomi programıyla amaçlanan sonuçlara erişilemeyeceği netleşmiştir” diye bir açıklaması var. Cumhurbaşkanının da buna bir hayli kızmış olduğu anlaşılıyor. Şeyi de söylemiş açıkça, “Ey TUSİAD ve yavruları, size sesleniyorum, tek göreviniz var yatırım, üretim, istihdam, büyüme. Siz bunda ne yapıyorsanız onu ortaya koyun. Kalkıp da hükümete saldırmanın değişik versiyonlarını aramayın, bizimle mücadele edemezsiniz” diye bir cevap vermiş. Yalnız TÜSİAD’la sınırlı değil, iş dünyasında mesela İstanbul Sanayi Odası da döviz tepkisini merkez bankasına “şaşkınlıkla izliyoruz” diye de açıklamış.

ÖÖ: Daha tuhafı, Rıfat Hisarcıklıoğlu, bence TOBB, o da bu sefer karşı çıktı ki o bu politikaya en yakın davranan kişilerden biri.

Kur ve enflasyonda resmen saldım çayıra Mevla’m kayıra vaziyeti hakim

AB:TOBB aslında tarihi boyunca sağ partilerin ambarıdır, en büyük destekçisidir. TOBB, AKP ile ilişkilerini en düzenli tanzim eden, iktidarı destekleyen kuruluşlardan biridir. Aslında iş dünyasının en önemli kısmıdır. Geniş tanımlı olarak baktığınızda TOBB’da yoğunlaşma söz konusudur. Ancak bıçak kemiğe dayandı. Bakar mısınız, yeni Maliye bakanı bankalarla toplantıya oturuyor ve söze “Faiz konusunu gündeme getirmediğiniz her şeyi konuşurum” diye başlıyor. Bankalarla toplantı yaparken faiz konusunu konuşmam demek ne demek! Aklımız almıyor.

ÖM: Deniz Zeyrek de Fox TV’deki “Orta Sayfa” programında “Ben kulaklarımla duydum” diyerek açıklamış. “Kavcıoğlu göreve geldiğinde temel hedefin faizi %19’dan %14’e düşürmek olduğunu duydum, kulaklarımla duydum”, yani “göreve geldiğinde hedef buydu, %14’e çekilecekti” demiş. İşte böyle! Şu anda da doların yeni haftaya rekorla başladığı haberi var, “17,60 TL’yi aştı” diye bir haber vardı. Açılış öyle olmuş yani.

AB: Dünyada böyle hükümet görmek pek mümkün değil. “Kur benim sorunum değil, enflasyon benim sorunum değil” diyen bir hükümet göremezsiniz. Döviz kuru ve enflasyonda resmen saldım çayıra Mevla’m kayıra vaziyeti hakim. Geçen hafta onlarca devlet faiz kararları aldı ve faiz kararları alanlar içerisinde otokratlar da var. Peki faiz düşüren otokrat var mı? Ben göremedim faizi Nas’a bağlayan hükümet de göremedim.

İçinde bulunduğumuz durumda yoksullaşmanın gitgide daha da ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalacağız. Korkut Boratav’dan alıntı yapacağım şimdi, -hâlâ muazzam çalışıyor Korkut bey- Hoca hesaplamış, 2016 yılından 2021 Eylül’üne kadar geçen sürede ücretlilerin milli gelirdeki payı 6.2 puan gerilemiş. Asgari ücret artışına gelelim; enflasyon sorununu dikkate almayan ülkede ne kadar arttırırsanız arttırın eriyecek demektir. Reel bir artış sağlayamıyor yapılanların çoğu.

Üstelik Türkiye’de haneler, aileler, kişiler, yoksullar aynı zamanda çok borçlu. Pandemi süreci içinde borçları daha da arttı. Pandemi süresinde borcunu arttıran kesim hane halkları, aileler ve bireyler. Geçen 3,5 yıllık sürede toplam borçları %106.3 artmış. Hem yoksul hem borçlu, hem yoksullaşıyor hem borcu artıyor. İçinde bulunduğumuz duruma artık sıfat bulmakta gerçekten zorlanıyorum.

“Çıkış süreci en geniş demokrasi cephesinin kurulmasından geçiyor”

ÖM: Rıza Türmen bir sıfat bulmuş, 20 Aralık tarihli T24’deki yazısında “Yarım simit cumhuriyeti” diyor. “Her sabah karşılaştığım simitçi Niyazi’nin tablası yarım simitlerle dolu, insanlar bir simit bile alacak paraları olmadığından yarım simit alıyorlar” diyor.

AB: Şimdi iktisatçılar olarak faizi Nas’a bağlayan, “Enflasyonun sebebi faizdir” diyen, böyle abuk bir Çin modeli ortaya koyan anlayışı konuşmakta zorlanıyoruz. Yapılanlar söylenenler politik iktisadın alanına girmiyor, politik psikiyatrinin alanına giriyor. Olan biteni başka türlü çözümleme şansımız olmuyor maalesef. Tüm bunların çok büyük bir bedeli yaşanıyor, yaşanmaya devam edecek. Ülkenin gündeminde olan seçim meselesi bile henüz netleşmiş değil. Seçim olacak mı? Seçim adil olacak mı? Seçim sonuçlarına katlanılacak mı? Muhaliflere karşı gittikçe sertleşen bir iktidar bulunuyor. Bir yandan da muazzam bir yağma şöleni yaşıyoruz. Türkiye yolsuzluk, mali suçların çok yüksek olduğu bir ülke haline geldi. Her gün kamusal malların bireysel servetlere dönüştüğü, sözleşmelere, organizasyonlara tanık oluyoruz.İtalyan savcı Di Pietro’nun lafıydı “İsyan etmek için kıyamet gününü beklemeyin” demişti. Kıyamet günleri içindeyiz. Çıkış süreci, her zaman söylediğimiz gibi, en geniş demokrasi cephesinin kurulmasından geçiyor.

Gittikçe kaybolan ve dünyadan kopmuş bir ülke haline gelmekteyiz. Sermaye hareketlerinin kısıtlanması ve kambiyo rejimi değişikliği meselesi çok umman bir konudur. Ama biraz değinmek istiyorum; 1989’dan beri bu serbest sistem içindeyiz. 622 milyar dolarlık bir döviz yükümlülüğümüz var. Dış borç portreniz böyle. Buna karşın milli geliriniz 750 milyar dolar. Böyle bir zemindeyiz. Sermaye kontrollerini, bankalardaki mevduata el konulmasını, kambiyo rejiminin değişmesini biz artık konuşmuyoruz, yurtdışı konuşmaya başladı. Yurtdışındaki bu imaja rağmen, Nas’la devam etmek, faizi Nas’a bağlamak, bir inanca bağlamak uçurumdan düşüş ivmemizi arttırıyor.

ÖM: Galiba süreyi de bitirdik.

AB: Bitirdik. Aslında 17-25 Aralık’ın yıldönümü, onu konuşacaktık. Artık daha başka bir zamanda değerlendiririz.

ÖM: Evet, belki haftaya değerlendiririz. Ekmek kuyrukları bolca, onu da görüyoruz. Askıda ekmek dönemine geçildi, çok vahim tablo…

AB: Geçen haftalarda “Ekonomik uygulamalar ve gidişat, Enver Paşa’nın Sarıkamış seferi gibi” demiştim, inanın toplum kırılması böyle bir şey..

ÖM: Konuşmaya devam edeceğiz.

AB: Konuşmaya devam edeceğiz.

ÖM: Çok teşekkür ederiz Ali bey, görüşmek üzere.

AB: Hoşça kalın!

ÖÖ: Görüşmek üzere.

Program Kaydı için: https://acikradyo.com.tr/podcast/231790

 

Bu gönderiyi paylaş

Yorum Yaz

Araç çubuğuna atla