Bu yazıda değinmek istediğim Türkiye’de krizlerin, yüksek enflasyonun, dolaylı vergilerin neden süreğen bir hale gelmiş olması gibi unsurlardır.
Bugünlerde tam 96 yaşına girmiş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş felsefesi olarak iktisadi kalkınmayı merkezine almıştı. Bu küçümsenecek bir olgu değildir fakat Osmanlı’nın modernleşme hareketleri başladıktan sonraki isyanlarına dikkatle bakıldığında geleneksel bir yenilikçi/gelenekçi çatışmasının hakim olduğu görülebilir.
Bu çatışmanın temelinde devletin yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu nitelikli emek talebi gelmektedir. Ekonomideki genel katma değer üretimi için nitelikli emek ve nitelikli sermaye olmak üzere iki aktörün buluşması gerekmektedir. Osmanlı ise doğası gereği oluşturduğu kozmopolit ve devlet egemen yapısı nedeniyle ticaret ve tarım ağırlıklı bir ekonomiye sahipti ama özellikle gerileme döneminde devlet Avrupa ile mücadele edebilmek ve yaşamını sürdürebilmek için başta askeri olmak üzere birçok alanda nitelikli emek ihtiyacını karşılayacak kurumların temelini atmıştı.
Sorun şu ki bu kurumların yetiştirdiği memurlar nitelikli emek sahibi olmalarına rağmen devlet ihtiyaçlarına cevap verebilmek adına ortaya ciddi bir katma değer üretimi koyamadılar. Mesela yetiştirilmesi için ciddi emek harcanan ve askeri okullardan çıkan Osmanlı subayları eğitimleri ile Avrupalı meslektaşlarıyla hemen hemen aynı düzeydeydiler. Öte yandan devletin ihtiyaçları gereği değerlendirildikleri alanın doğası zaten bir katma değer üretmelerini mümkün kılmamaktaydı. Bu durum ise bir gerilim yarattı.
Devletin hayatta kalabilmek için modern bir eğitim geçmişine sahip olmasını istediği memurları bir katma değer üretecek ortam olmadığı için toplumda zaten karşılığı olan yenilikçi/gelenekçi kutuplaşması devlet içi mücadelelerde de kendini bir şekilde gösterdi. Islahat ve Tanzimat fermanları ile birinci ve özellikle ikinci meşrutiyetin ilanının öncesi ve sonrasında yaşananlar zaten bunun başka bir tezahürü oldu.
Öte yandan, Balkan Savaşları sonrasında devletin ciddi bir vergi geliri elde ettiği Tuna Vilayeti’nin de elden çıkması nedeniyle Osmanlı Maliyesi tam bir darboğaza girdi. Bu aslında katma değer üretmekte sıkıntı yaşayan ve temel ihraç ürünleri ziraate dayanan bir imparatorluğun çökeceğinin en açık deliliydi.
Kurtuluş savaşı sonrasında bu gerçeği gören Atatürk aslında memlekette hür müteşebbisleri teşvik ederek kalkınmayı gerçekleştirmek istedi. Ne var ki, memlekette birikmiş sermaye olmaması ve özellikle 1929 büyük buhranından sonra bundan vazgeçildi. Nuri Demirağ ve ismini bilmediğimiz bazı müteşebbislerin kültürel yapı nedeniyle engellendiği ise zaten bir sır değil.
Bu nedenle katma değer üretimi için gereken nitelikli sermaye şirketleri devlet eliyle oluşturuldu. 96 yıl öncesine geri dönecek olursak gelir dağılımını gösteren Gini katsayısı muhtemelen bugünkü seviyesinin çok altındaydı. Zaten birikmiş sermayesi ve sanayi altyapısı olmayan yeni kurulmuş bir ülkede ticareti büyük ölçüde elinde tutan gayrimüslimlerin de gerek mübadele, gerekse zaman içinde varlık vergisi/6-7 eylül olayları gibi uygulamalar ve toplumsal hareketlerle etkisini yitirdiğini görüyoruz.
Sahibinin devlet olduğu katma değer üretebilecek olan şirketlerde yine aynı şekilde yetiştirilen emeğin istihdam edilmesi ve eğitime devlet tarafından yüksek önem verilmesi sonucunda 1923-1945 arası dönemde ciddi bir başarı sağlandı. Aşar vergisinin kaldırılması ama dönemin dolaylı vergisi olarak birçok ürüne vergi salınması sayesinde devlet cumhuriyetin ilk 20 yılında neredeyse her sene dış ticaret fazlası vererek sermaye birikimi sağlayacak ortamı oluşturmaya çalıştı.
Bir diğer avantaj ise, yeni bir devlet kurulduğundan dolayı birkaç soylu aile dışında hemen hemen bütün halkın yoksullukta buluşmuş olmasıydı. Tamamı yoksullardan oluşan bir topluluğa eğitim ile sınıf atlama şansı tanınacağını gösteren Atatürk Devrimleri sayesinde ekonomide bir büyüme yakalandı. Bugün ise hala o dönemki kalkınmanın ekmeğini yediğimiz aşikardır.
Ne var ki, biriktirilen sermayenin bir türlü müteşebbis geliştirecek bir ortama dönüşememesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin’in cüretkar talepleri, ABD’nin yükselen güç olarak dünya sahnesine çıkışı, Avrupa ülkelerinden daha farklı bir amaçla Yunanistan ve Türkiye’ye verilen Marshall yardımlarının etkisiyle katma değer üretecek bir ortamın yaratılma şansı pek kalmadı.
96 yıl boyunca devlet tabii ki nitelikli sermaye oluşturacak yatırımlar da yaptı. Hatta Koç ve birkaç köklü sermayedar ailenin desteklenmesi, 1960-1980 arası döneme damga vuracak 5 yıllık kalkınma planları, ithal ikameci ekonomik anlayış vs. derken bir üretim altyapısı da oluşturuldu ama sermayedarın devlet destekli olması, devletin izin verdiği yatırım kalemlerini yapmasına ve hür müteşebbis ortamının yine oluşamamasına yol açtı.
Özel sektörün devletin özel sektörü olduğu bir ortamda katma değer üretiminde rekabetçiliği bir türlü yakalayamadık. Bizim ekonomi anlayışımız, ister 80 öncesi ister 80 sonrası olsun, dış ticaret açığı vermemek ya da veriliyorsa da finanse etmenin yollarını bulmak üzerine kurulu olageldi. Oysa yapılması gereken, dış ticaret fazlası vermeye devam etmek, biriktirilen sermaye ile kısmen kredi kanalları üzerinden halka girişimciliği teşvik ettirerek nitelikli sermaye oluşumları yaratmak, kısmen de devlet eliyle nitelikli sermaye işletmelerinin kurulumuna devam etmekti.
Bunun ne kadarı gerçekten devletin bunu istememesinin, ne kadarı soğuk savaş dönemi dünya ekonomi politiğinin, ne kadarı kültürel olarak yeniliğe şüpheli ve hiyerarşiye yatkın toplum yapımızın eseri kestirmek kolay değil, ama kolay olan bir şey varsa o da devlet bunu isteseydi bir şekilde yapmanın yolunu bulurdu. Kim bilir belki benim bunu demem bile Türkiye’de asırlardır süregelen hakim devlet öğesinin bir eseridir.
Bugün Türkiye Ekonomisi ciddi bir üretkenlik ve verim sorunuyla karşı karşıya ve ben bunu nitelikli sermaye gruplarının gelişimini sağlayacak bir ortamın oluşturulmamasına bağlıyorum.
Neden?
Katma değer üretimi iş birliğinde karşılıklı güven artışına bağlı olarak yükselen bir olgudur. bu üretimin nitelikli sermaye ayağını oluşturan şirketlerin devlet ya da devlet desteği olmadan ayakta kalamaz halde olması durumunda iki handikap gelişir.
Birincisi devletin nitelikli sermaye oluşumlarına harcayabileceği yatırım tamamen ülkenin iç ve dış siyasi dengelerine bağlı bir fonksiyon olarak sürmeye devam eder, ki bu da yeterli sabit sermaye yatırımlarının oluşmasını engeller.
İkincisi, devlete bağlı kurumlarda sermayenin sahibi de devlet olduğundan dolayı sermayenin yöneticilerinin de esnek davranabilme kabiliyeti devletin çizdiği sınırların bir fonksiyonu olarak kalır.
Bu durumun sonucunda, ülke sathında devletin kararlarını sorgulayacak, bunlara karşı tepki göstererek kararların kamuoyu önünde tartışmalarla alınabilmesini sağlayacak bir ortamın oluşmasının önüne geçilir. Böyle bir sistem devleti ülkede tek egemen güç haline getirerek hiyerarşik yapının vücut bulmasını sağlar.
Bütün bunlara rağmen, nitelikli emeğin ister istemez ülkedeki derin yenilikçi/gelenekçi kutuplaşmasının yenilikçi tarafının ağırlıklı olduğu tarafta kalması kaçınılmaz olmuştur. Bu da kamuoyunu yönlendirmek isteyen siyasetçiler için günümüzde işlevsel bir araç haline gelmiştir.
Bunlardan başka asıl sorun ise, gerektiğinde devletin nitelikli emeğin farklı taleplerini, Weber’in devlet tanımının net bir şekilde hakkını vererek, bastırmış olmasıdır. Özellikle geliştirilmesi istenen liberal politikaların uygulanabileceği ortamın hazırlanması için gerçekleştirilen 1980 darbesinde bu durum açıkça görülebilir. Temelinde işçi hareketleri üzerinden değerlendirilebilecek bu oluşum özellikle 80 öncesi ve sonrası Türk Filmlerinde berrak bir şekilde görülmektedir.
Bu durum açık bir şekilde, ekonomideki üretkenliğin ve verimin artırılabilmesi için ihtiyaç duyulan ve sonunda nitelikli sermaye için ihtiyaç duyulacak şartların oluşmasına evrilecek toplumsal devinimin devlet eliyle akamete uğratılmasıdır. Bu noktada devletin böyle davranmasının nedenleri üzerine kafa yormaya çalışmak önemlidir.
Negatif tarafından bakılacak olursa nitelikli sermayenin gelişiminin ülkedeki asırlık yenilikçi/gelenekçi ayrışmasını bitirme potansiyeli taşıması ya da en azından siyaseten işlevsiz bir araç haline getirme potansiyeli taşıması devletin toplum üzerindeki egemenliğine sekte vurma potansiyeli taşımaktadır. Bu durum ister istemez devlet tarafından hem ekonomide verim artışı taleplerinin toplum mühendisliği yoluyla önüne geçilmesi, hem de kamuoyunu kontrol için kutuplaştırmanın diri kalması amacıyla bazı adımların desteklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Bunlar arasında eğitim sisteminde ağırlığın dini kurumlara verilmesinden tutun da, cumhuriyet tarihinin artık vakayı adiyesi haline gelmiş yolsuzlukları engelleyecek denetleyici mekanizmaların bizzat devletin örtülü onayıyla işlevsizleştirilerek yolsuzlukların rutin haline gelmiş olması sayılabilir.
Buradaki amaç toplum mühendisliği açısından çok güçlüdür. Öncelikle sermayenin niteliğini yükseltmek bir yana, yolsuzluklarla niteliksiz sermaye birikimi üzerinden para döngüsünün verimini düşürmek mümkün olmuştur. Buna ek olarak, geleneksel yenilikçi/gelenekçi çatışmasını diri tutmak amacıyla yolsuzluğu gerçekleştiren siyasi cenahın karşıt siyasi cenaha karşı öfke duymasını sağlamıştır. Kuşkusuz aynı gerginlik bugün imam hatip tartışmalarında da yaşanmaktadır. Katma değer üretimi için imam hatip yerine fen liselerinin desteklenmesi fikrini bugün karşı mahallede dile getirmeye kalktığınız anda alacağınız tepkiler rasyonel olmak bir yana fiziksel dahi olabilir.
Bu da kamuoyunun genelinde düzgün bir tartışma ortamının şekillenmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Kuşkusuz, internetin yaygın bir medya aracı olarak kullanılmaya başlamasıyla yıllardan beri iktidarların kendi medyasını yaratmaya çalışmaları bu yönden sekteye uğramaya başlayacaktır. Bu nedenle devlet aklı tarafından eğitim sisteminin kalitesinin düşürülmesi yönünde çalışmalar hız kazanmaya devam edecektir denebilir.
Cumhuriyet döneminin Osmanlı’dan en temel farkı olarak nitelikli sermaye gelişimine gösterdiği önem vurgulanabilir. Osmanlı’nın aksine nitelikli emeği cumhuriyet sadece devlet işleri için yetiştirmemiştir. Devletin sahibi olduğu nitelikli sermaye sahibi kurumlar için yetiştirmekle beraber devlet bu kurumlardan aynı zamanda bir katma değer üretimi de beklemiştir.
Ne var ki, bu katma değer üretimini toplumun geneline yaymak yerine kontrollü bir şekilde baskılamayı devlet toplum üzerindeki gücünü sürdürmek maksadıyla devam ettirmiştir. Bunun ekonomideki en belirgin yansımaları dolaylı vergilerde görülür çünkü bu politikalarda ısrar sürdürüldükçe nitelikli emek üzerinden 96 yıl boyunca nesiller üzerinden biriktirilen psödo-sermaye, başka bir deyişle gayrimenkul ya da mevduat hesabındaki para, eğitim sisteminde ihtiyaç duyulan kalitesizleştirme ile de birleşerek gelir ve servet dağılımında ciddi bozulmalara yol açmıştır.
Buna ek olarak, maddi olmayan ama nitelikli emek sahipleri üzerinden alt jenerasyonlara aktarılan kültürel miras gereği az sayıda çocuk yapma, geç evlenme gibi olgular da eklendiğinde nitelikli emek üzerinden biriktirilen finans kapitalin dar bir zümrede sıkıştığı görülebilir. Bu durum kuşkusuz, 96 yıl önce herkesin sefalette birleştiği bir toplumda eğitimde fırsat eşitliğinin bizzat devlet tarafından desteklendiği gerçeği ile düşününce oldukça şaşırtıcı gelmektedir.
Bugün bu durumun bizzat devlet eliyle ortadan kaldırılmaya çalışılması sonucunda nitelikli eğitim alma hakkının dar bir zümrede sıkışması gibi bir realiteyle karşılaşılmıştır. Bunun toplumun genelindeki kutuplaşmayı besleyecek olması bir yana, nitelikli eğitimin yeteneğe göre alınmasını zorlaştırarak memleketin nitelikli emek üretim fonksiyonunu da aşağı çekeceği bir vakıadır. neyse ki, devlet tarafından tasarlanması istenen toplumsal yapı nitelikli emeğe ciddi bir ihtiyaç duymamaktadır. Bu gerçek bugün beyin göçü olgusu üzerinden de yeterince anlaşılmaktadır.
Servetin ve harcanabilir yüksek gelirin toplumun giderek dar bir kesiminde sıkışması sonucunda, devlet tarafından tasarlanması istenen toplumsal yapı için ihtiyaç duyulan devlet bütçesi dolaylı vergilere artan ihtiyacı nedeniyle sürekli zam yapmıştır. İslam’da açıkça haram olarak kabul edilen alkol ürünlerinden alınan vergilerle, devletin kendi memuru olan din görevlilerinin maaşını ödemesi bu yüzden kimse tarafından garipsenmemektedir.
Bu durum aynı zamanda, toplumun farklı kesimlerine ait para döngülerinde ciddi bir verim standart sapması da yaratmaktadır. Bu ise en başında TCMB tarafından uygulanan para politikasının işlevselliğini yıpratarak ekonomik krizlerin daha karmaşık bir yapıya bürünmesine yol açar. Devlet tarafından desteklenen, sosyal transferler ve kahir ekseriyeti inşaat olan verimi düşük yatırım tercihleri sonucunda bu standart sapma giderek büyümektedir.
96 yıl sonunda Türkiye Ekonomisinin geldiği noktanın tamamen devlet politikalarının bir sonucu olduğunu söylemenin bir sakıncası yoktur. Zira nitelikli sermayenin tek sahibi olarak devlet kendine bu alanda rakip istememiş ve nitelikli emeğin devletin kendi sermayesi üzerinden yarattığı katma değerle üretilen katma değerin kendi kontrolünde kalmasını sağlamıştır.
Ne var ki, iş birliğini sınırlayarak insanın bencil yapısı ve kapitalizmin doğası gereği küresel ölçekte rekabetçilik seviyesini ve verim artışını düşüren bir katma değer(sizlik) üretimine memleketi mecbur bırakmıştır. Bugün kapitalizm’in dünya genelinde de krizler yaşadığı muhakkaktır fakat bunun nedeninin nedeni Türkiye’nin krizleri ile ortaktır.
İnsanlığın bilgi seviyesi ve uzmanlaşma düzeyi arttıkça katma değer üretimi doğal olarak zorlaşmıştır. Hem daha çok sabit sermaye yatırımından geçmişe nazaran daha düşük katma değer artışı çıkarılabilmiş, hem de nitelikli sermayenin küresel düzeyde de dar bir alanda sıkışarak bir nitelikli sermaye kültü oluşmasını sağlamıştır. Ne tesadüf ki Türkiye’de nitelikli emeğin yaşadığı kaderi Dünya’da nitelikli sermaye yaşamaktadır.
Niteliksiz emek ve sermaye bu yazının tamamen dışındadır çünkü onların ekonomik para döngüsünde yarattıkları hareket milyonlarca insanın hayatta kalmasını sağlasa da, nitelikli emek/sermaye ortaklığından üretilen katma değer olmadan varlığını sürdüremez. Zaten hiyerarşik yapının hakim olduğu, efendi/köle diyalektiğiyle benzerlikler taşıyan niteliksiz emek ve sermaye ilişkisi bir ortaklıktan ziyade ast üst ilişkisi olmaya yatkınken, nitelikli emek/sermaye ilişkisi bir ortaklık olarak tanımlanabilir. Kuşkusuz artan uzmanlaşma düzeyi bu ilişkide de farklı dinamikler getirebilir ama yine de nitelikli emek/sermaye ortaklığında niteliksiz sermaye/emek ilişkisindeki gibi bir yapı yoktur.
Bu durumda mevcut ekonomik krizin devlet istemediği sürece çözülmesi mümkün değildir. Yatırım ortamını iyileştirmek gibi yapısal reformların ise gerçekleştirilse dahi bu toplum yapısıyla başarılı olma şansı düşüktür. Devletin toplum üzerindeki egemenliğini sarsma olasılığı taşıyan bu tarz hareketlerin yapılmasına izin verilmesi de pek mümkün değildir.
O halde bu krizden nasıl çıkılır?
Mevcut ekonomik dengelerde nitelikli emek lehine iyileştirmeler yapmaktan başka pek bir çözüm bulunmamaktadır. Nitelikli sermaye gelişimi istenmediğine göre, sistemin parasal verimini bozan yatırım tercihleri hukuka da uydurularak iptal edilecektir. Bunun içinse siyasi arenanın yeniden tasarlanması gerekmektedir. bunlara ek olarak, Devlet ABD’nin yeni bir parasal genişlemeye gitme ihtimalini düşünerek bu işi ağırdan alıyor da olabilir. Öyle dahi olsa bu doğru bir tercih değildir zira parasal genişleme yapılsa dahi bu verimsiz ve üretken olamayan ekonomik yapıda Türkiye Ekonomisine borç verecek kreditör bulmak Sahra Çölüne kar yağması gibi bir şeye benzer.
Toplumsal yapı tarihten gelerek ayrıştığı için Türkiye’de ekonomik krizler olduğunda kaygıları ortaklaşan toplum kesimleri kutuplaştırmacı söylemlere daha duyarsız hale gelirler. Herhalde bu durumun tek istisnası bu coğrafyanın sakini olmayan Suriyeliler olmuştur. Yine de, kendileri yenilikçi/gelenekçi kamplaşmasının bir girdisi olmadıkları için önerme geçerlidir.
Bu durumda yapılacak olan ekonominin dengelerini nitelikli emeğe alan açacak şekilde genişletmektir. Bu da devlet tarafından nitelikli sermaye kurumlarına yapılacak yatırım ölçeklerinde genişlemeyle mümkün olur. Bunun için bütçede alan sosyal transferleri keserek açılamayacağına göre tek seçenek geleceğe dönük yatırım tercihlerinde kesinti yapmaktır. Kuşkusuz bu durum hukuki olamayacağı için Süleyman Demirel’in de dediği gibi devletin bazen rutin dışına çıkması gerekecektir. Bu topraklar için de bu sıradışı bir durum değildir.
Fakat sorun şu ki devlet bunları yaptırmak için iktidarı değiştirmek zorunda gibi görünmektedir. Zira mevcut siyasi dengelerde bu rutin dışı uygulamalara alan açmak pek zordur. Başka bir deyişle devletle iktidar arasındaki hiyerarşik yapı böyle bir değişimi şu an gerçekleştirebilecek gibi durmamaktadır. Yeni parti çalışmaları gibi hareketlerle bu yönde adımların ardının geleceğini düşünmek için de birçok neden vardır.
Bilinmeyen ise devletin bu gibi uygulamalarla iktidarı uyarmak/kontrol etmek mi isteyeceği yoksa gerçekten iktidar değişikliği üzerinden mi bu işe girişeceğidir. Bu kuşkusuz devlet/iktidar ilişkilerinde sıradan vatandaşların bilemeyeceği başka unsurların da bir fonksiyonudur.
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş