15 Haziran 2018 tarihinde yazdığım bir yazıdan alıntıdır.
Düzeltmek istediğim bir borçluluk ve borcun GSMH’ye oranı ile ilgili birkaç nokta var. Türkiye ile Fransa karşılaştırılmış aynı örneklem üzerinden ilerleyelim. Fransa’nın milli geliri bizimkinin 3-4 katı kadar olduğundan dolayı borçlanma karşılaştırmasının milli gelire oran üzerinden yapılmasında fayda var.
2017 yılında Fransa’nın bütçe açığının milli gelirine oranı %2.6, cari açığının milli gelirine oranı ise %0.8 olarak gerçekleşmiş. Bu durumda senelik borçlanmasının milli gelirine oranı %3.4 olmuş diyebiliriz. Türkiye ise %5.5 cari açık ve %1.5 bütçe açığıyla, %7’lik bir borç düzeyine ulaşmış. Adamların iki katı kadar borçlanmışız geçen sene (2017) fakat dolar bazında GSMH ise küçülmüş. Çünkü %12 senelik enflasyon ve %7.4 büyüme oranına rağmen ortalama dolar kuru %21 yükselerek milli geliri düşürmüş.
Türkiye’de devletin borçluluk oranı, yani kamu borç stoku gelişmiş ülkelere nazaran düşük ve bütçe açığı/GSMH oranımız da %3’ün çok altında %1.5 civarında geziyor. Yani Türkiye’de devletin borçlanma durumu kötü değil, bilakis iyi ama özel sektörü kurtaracak kadar iyi değil. Bunun nedenini de daha önce bu başlıkta açıkladım. Devletin bu borç özel sektörün beni ilgilendirmez diyerek batma ve iflaslara izin vermesi de, özel sektörün borcunu üstlenmesi de ekonomide daralmayı kaçınılmaz hale getirir. Olağanüstü teşvikler verdiğimiz 2017 yılında dahi GSMH dolar bazında küçülmüştür, önümüzdeki yıllarda dolar bazında GSMH küçülüp özel sektör borcunu da devlete yıkınca kamu borç stokunun %120’lere fırlayacağı gün gibi ortada.
Bir başka nokta ise genel borçluluk oranları üzerinden dönüyor. Bütçe açığının hangi maliye politikalarıyla kapatıldığı çok önemli bir konu. Gelişmiş ülkelerde çalışanların maaşından ve şirketlerin gelirinden alınan gelir ve kurumlar vergisinin, yani direkt vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı %70 seviyesindedir. Kalan %30 ise ekseriyetle hane halkının tüketim harcamaları üzerinden alınan KDV ve eğer varsa mikro ölçekli özel tüketim vergileridir. Türkiye’de bu oran ise maalesef tam tersi şeklinde ve daha önce defalarca yazdığım gibi bunun birtakım sakıncaları var.
Direkt vergilerin ağırlıkta olduğu bir maliye politikasında, vergilerin çoğu yaratılan emek üzerinden veya geçmişteki sabit sermaye yatırımlarının geri dönüşleri üzerinden alınır. Düşünün bir mühendisin/doktorun/üretimde çalışan mavi yakalının çalıştığı şirkette ortaya koyduğu çalışmanın para karşılığı üzerinden vergi alınması veya bir şirketin net karı üzerinden vergi alınması demek, alınan o verginin direkt olarak katma değerli bir işlem üzerinden alındığının göstergesidir.
Şurası bir gerçek, devlet bütçe açığını artırıp bir ekonomiyi hızlandırmaya kalkarsa eninde sonunda enflasyon üretir ama bunu yaparken yaratacağı enflasyon o ülkedeki üretimin ve tüketimin temel dinamiklerine bağımlı olarak değişken olur. Dolaylı vergiler, direkt vergiler gibi gerçekleştirilen bir katma değerli üretim süreci üzerinden alınan vergiler gibi değildir. Burger king’de çalışan lise mezunu bir satış görevlisinin maaşı üzerinden alınan bir gelir vergisi dahi sigara/alkol/akaryakıt üzerinden alınan özel tüketim vergisinden daha çok katma değer barındırır. Çünkü kalifiye olmasa dahi emek üzerinden alınan direkt vergi, bir hizmet/artı değer üretim sürecinin sonucudur.
FED deli gibi para basarken bile bizim enflasyonumuz 2012 yılı hariç %7.75’in altına düşemedi. Ortada para bolluğu varken bir maliyet enflasyonu olamayacağına göre bu enflasyon talep fonksiyonu üzerinden türemişti. Bunun nedeni ise standart Maastricht kriteri olan %3’ün altında bir bütçe açığı da verilse vergilendirmede ağırlığı katma değer taşıyan direkt vergi yerine tüketime bağımlı dolaylı vergilere yüklemekten başka bir şey değildir.
Bunun nedeni ise basittir. Devlet %3 veya çok daha altında bir bütçe açığı bile vermişse aslında borçlanarak para döngüsünü hızlandırmaya çalışmış demektir. Bu hızlandırma işlemini yaparken vergi gelirlerinin çoğu üretime değil de tüketime dayanmışsa aslında yapılan şey basittir. Devlet bütçe açığını yükseltmemek için, yani giderleri yüksekken gelirlerini artırmak için katma değerden münezzeh bir şekilde paranın dolaşım hızını artırmış demektir. Yani borçlanarak dışsallık yaratmak ve piyasa faizlerini zıplatmak yerine tüketimi vergilendirerek paranın dolaşım hızını katma değer üretmeden artırmayı seçerek parasını değersizleştirmeyi tercih etmiştir. Şu denebilir, devlet bütün ÖTV gelirini bir fona aktarsaydı ve ÖTV’siz bütçe dengesini %3’ün altında tuttursaydı, piyasadaki para miktarı (M1 Emisyonu) azalacağından dolayı paramız değer kazanırdı. Enflasyon ise ÖTV’yi ilk getirdiği anda artar yıllar içindeyse bunun baz etkisi kaybolurdu ama bu para bütçe açığı olarak sisteme geri verildiği için enflasyon kaçınılmaz.
Yanlış anlaşılmasın bu durum tabii ki, 1990’lardaki gibi devasa bütçe açıkları ve kamu borç stoku yaratmasından daha iyidir. Hatta bir diğer iyi yanı da katma değeri yüksek üretim altyapısından mahrum ülkelerde tüketimi baskılayarak tasarruf oranlarının artmasına yardımcı olmasıdır, ki bizim ülkemizde amaç bu değildir. Ama uzun vadede bu durum yatırımcıların neden yüksek oranda borçlanılmasına izin vermeyeceğinin yanıtını da içinde barındırır.
Türkiye’nin kamu borç stoku bildiğim kadarıyla %30 iken, Fransa’da bu oran %97 seviyesinde gerçekleşiyor. Fransa’da %97’lik oran ekonomik kriz çıkartmazken, daha doğrusu Fransa’da kriz çıksa bile bunun nedeni kamu borç stoku olmazken, Türkiye’de kamu borç stoku %30 olmasına rağmen özel sektörün borç riski bile tahvil faizlerini %19’lara çıkarmaya yetebiliyor.
Halbuki ekonomisi ağırlıklı olarak katma değer üzerinden, yani direkt alınan vergiler üzerinden dönen ekonomilere borç verilirken bu borcun o ülkenin mevcut üretim altyapısı içinde üretebileceği katma değer dikkate alınarak bu borç verilirdi. Fransa’nın mevcut kamu borç stoku %97 ama belki bu gelecekte %120 bile olur ve bu Fransız Ekonomisinde bir krize neden olmayabilir.
Bunun nedeni ise, o bütçe açığını düşürmek için uygulanan tüketim ağırlıklı dolaylı vergiler ve bu vergilerdeki artışların ve vergilerin katma değersizce artırdığı para dolaşım hızının yarattığı enflasyondan başka bir şey değil. 2001 öncesinde olsak mevcut vergilendirme yapısı ve üretim politikasıyla Türkiye’nin kamu borç stoku zaten hiçbir zaman Fransa gibi %95 olamaz derdim çünkü %60-70’lere fırlasa bir kriz patlar ve 2-3 yıllık kemer sıkma politikalarıyla bir anda IMF vs kurumlarla imzalanan standby anlaşmalarıyla bu oranın tekrar aşağıya çekilmesi şart olurdu. Şimdi 2001’de değiliz, devlet özel sektörün borcunu yüklenmek zorunda bırakılırsa bunu başarabiliriz maalesef.
Bu nedenle, özellikle FED’in bu sıkılaşma sürecinde ve sonrasında analistler artık iflasın eşiğine gelen gelişmekte olan ülkelerin sadece borç stokuna ve bütçe açıklarının/GSMH oranlarını değil aynı zamanda bu bütçe açığının hangi maliye politikalarıyla kapandığını da dikkate almak zorunda kalacaklar. Çünkü Türkiye gibi belki başka gelişmekte olan ülkelerde de, bütçe dengesi ve kamu borç stoku iyi olmasına rağmen ödemeler dengesi krizi nedenli stagflasyon yaşanacak.
Stagflasyon aslında stagnation, durma ve enflasyon kelimelerinin birleşiminden türetilmiş bir terimdir. Enflasyon artarken bir ekonominin normalinin çok altında belki %1-2 büyüyeceğini belirtir. Bunun daha beteri ise slumpflasyondur, ekonomi daralırken enflasyonun artacağını belirtir.
Temel eksikliğimiz üretim eksikliğidir. Bu demek değildir ki Türkiye’de üretim yoktur. Kriz karşıtlarının savunduğu gibi Türkiye’de ciddi miktarda beyaz eşya, otomotiv, tekstil üretimi ve üretim altyapısı mevcuttur. Ama bunlar katma değer taşıyan sektörler değildir. Tişört satıp iphone almaya kalkarsanız o sistem bir yerde patlar. Patlayacağı yer de tam olarak artan borçlanma maliyetlerinin, katma değersiz üretim ağı ve tüketim ağırlıklı vergilendirme içinde çarpan etkisini azaltarak alınan borcun milli gelire getireceği artı değerin düşmeye başlayacağı noktadır. Sanırım biz şu an o noktaya baya yakınız.
Stagflasyon riskimiz ise artan dolar kuru nedeniyle tüketimin yavaşlamasından kaynaklanıyor. Tüketimin yavaşlaması aynı zamanda ÖTV kanalı üzerinden giderler sabit kalırsa bütçe açığını vurarak tahvil faizlerini zıplatacak. Bu tasarruf sahiplerini dolarizasyona sevk edecek. hükümetse dolarla borçlanmayı neredeyse tamamen yasakladığı için, bankalar swap yoluyla ticari kredi vermeyi deneyecek zira TL mevduat kalmadı ki firmalara borç verebilesin. Bu da yabancıların daha çok faiz istemesine yol açacak. Faiz artırımını hükümet baskısı nedeniyle yapan TCMB de piyasaların gözünde inandırıcılığını yitirecek ve piyasaların durulması için ödenecek faiz oranı daha da artacak.
Yalnız ve güzel ülkem Türkiye’nin bu açmazdan 2 senelik sıkı para ve ona eşlik eden maliye politikaları olmadan çıkabilmesi giderek imkansız bir hal almaya başladı. Bu ise bu süre boyunca işsizliğin arttığı, enflasyonun ve faizlerin ona eşlik ettiği, büyüme oranlarının 2009 serisi ile bile %3’ü aşamayacağı bir döneme yani stagflasyona gireceğine bir işaret olarak yorumlanabilir. Mevcut politikalarda ısrar ise, TL’yi değersizleştireceği gibi stagflasyonla mücadelede ödenecek zaman ve kaynak bedelini de artıracaktır.
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş