Herhangi sıradan ya da bilimsel veya siyasal ya da en üst düzey felsefi sorunsalın, birini diğerinden daha değersiz görmeden -hâkimin, savcının, avukatın, jürinin, gazetecilerin, izleyicilerin ve sair- bir mahkeme dolusu özerk iradeden hiçbirinin kül yutmadığı, derecelerine göre sınıflanmış salt somut verilere dayanarak sorgulamasını sürdüren bir mahkeme disipliniyle teori sürecinde iz sürmek gerekir.
Allah iletişim kursa kim istemez? Hatta geçmişteki tasavvuf erbapları, İslam devriminin derinliklerine inip şifrelerini çözmeye beyinsel enerjileri yetmediği için belki kendilerinden bile saklı bir niyetle Peygamber’le kurduğu iletişim gibi olmasa bile Allah belki bir küçük bir dürter diye Peygamber’in Hira’ya çekilerek kendini toplumdan yalıtmasını yıllarca yıllar tamamen yanlış taklit ettiler. “Bana seni gerek seni” boşuna dile gelemez, Allah’tan beklentinin bir dışavurumu olabilir.
Hira’da, sosyal sistemi nasıl dönüştürebileceğine kafalar patlatarak Peygamber istikbal derdine yanıyordu; çünkü İslamiyet sadece salih amel üstünden işleyen bir sosyal bilgi işlemdir ve bir deliklere kapanıp Allah aşkıyla yanmak diye bir salih amel (üretken faaliyet) kesinlikle yoktur, boş iştir. İslam felsefesine göre -inanan inanmayan herkesin, en büyük akılların bile tek başına yetebilirmiş gibi kendini tanrısal görme yanılsamasından kaçınamadığına bakılırsa tanrıyı oynayamayacak şekilde sınırlanması anlamında ‘kul’ tanımının yadsıması olarak- Allah’ın ne aşka ne dosta ne fedaiye ne övgüye ne iyiliğe ne yüceltilmeye ne de hiçbir şey ya da kimseye hiçbir biçimde bir ihtiyacı yoktur, o yöndeki söylemler hep salih amele özendirmek amacıyladır. Yani -Allah’ı ihtiyaç sahibi görmek ve göstermek tartışmasız şirk olduğuna göre- Allah’ın, yüceltici ve övücü isim ve sıfatlara da ihtiyacı olamaz. Örneğin ezan okunurken “Allahu ekber” sesini duymanın karşılığı ihtiyaç sahibi olmadığı için Allah’ın büyüklüğünü tasdik etmek olamaz, ‘ben büyük değilim’ olumsuz önermesini hatırlamak olabilir. Böylece kendi tanımımızdan büyüklük önermesini eksiltir ve kendi gerçek tanımımıza tam ulaşamasak bile büyüklük kompleksinden kaynaklı saçma sapan uçuşlardan ve felakete varabilecek sonuçlarından böylece korunabiliriz. Ömer’in çarpıtılan “Dicle’nin kenarında bir kurt kapsa koyunu…” sözü üstünden gidersek, gerçek bir halife “Allahu ekber” sesini her duyduğunda aynen şöyle demelidir: Ben büyük değilim, Dicle’nin kenarındaki koyunun esenliğini geçelim iki sokak aşağıdaki kötülüklere bile benim gücüm yetemez, Dicle’nin civarına ve her yere halifelik (liderlik) gerekir, ben tek başıma yetemem… İslamiyet’in çöküşü, Marksizm’in çöküşü, Cumhuriyet’in çöküşü, Filistin hareketinin çöküşü vb. siyasal felaketlerin şifreleri tam da bu sözde -mekânda yaygın ve zamanda kesintisiz bir liderliğin üretilememesinde, yani örgütlü akıl yoksunluğunda- aranmalıdır. Kuran’daki, Allah’ın yüceltilme ve övülmelerinin işlevselliği -Allah’ı hodpesent varsaymak da şirk olacağına göre- biz fanilerin sınırlarını belirlemek için olabilir. Yani bir ‘ol’ demeyle istediğini yapabilen Allah bize sadece kavram olarak kendini yansıtmıştır ki kendimizi anlayabilmemiz ve tanımlayabilmemiz için mutlak ihtiyacımız tam da bizim olmadığımız ve olamayacağımız Allah kavramı ile kendi tanımımızın karşılaştırmalarını tekrar tekrar yapmaktır ve biz fanilerin sınırlarını belirleyen bu önermeler, temiz ve düzgün biçimde sadece Kuran’da vardır. Onun ötesinde soyut Allah kavramı -ve din mitolojisi- sonsuz çelişkidir, o çelişkilerle uğraşıp durursak ilkokul seviyesini aşamayız, sonu yoktur. Diğer yandan somut kozmos da sonsuz çelişkidir, hem de -milyarlarca yıllık varsayılan kesintisiz üretkenliğinin en kuvvetli ürünü, kozmosun kendisini ancak bir çizgi film olarak algılayabilen biz gibi mastürbasyoncu maymunlar olduğuna göre kozmos- nedenselliğe mahkûm gariban bir saçmalıktır… “Allahu ekber” sesini işittiğimizde ‘ben büyük değilim’ diyerek beynimizi yıkamaya hepimizin hayati ihtiyacı vardır. Zaten Kuran’ın kendisi ve ezan, namaz gibi ritüeller tamamen iyilikten yana beyin yıkama amaçlıdır. Başarısız olmuştur, ancak bunun anlamı kendimizi tanımlamaktan ve karşı psikolojik savaş gereği kötücül beyin yıkamaları geri püskürtmek için yeni yöntemler geliştirmek için çabalamaktan vazgeçmek olamaz. Kuran ve İslam devriminin teorik kazanımlarını yok saymak hiç olamaz.
Kuran’a gelirsek, hiçbir şeye ihtiyacı yokken Allah’ın, kullarıyla uzlaşmaya da hiç ihtiyacı yoktur, ama -Allah’ın kullarıyla uzlaşmaması demek, kullarının iradesini geri alması demek olduğuna göre- Peygamber dönemindeki Arabistan erkekleriyle uzlaşmaya gitmiştir ve Kuran bu uzlaşmanın belgesidir. Hiçbir uzlaşma metni (ahit belgesi) mutlak olamayacağına göre Kuran da mutlak olamaz – Kuran’ın baştan sona tekrarladığı tek önerme hariç, o da Allah’ın yolu: Kuran’ın bir bütünlük olarak amacı kulu Allah’ın yoluna yönlendirmek ve oraya kadar -bir tek Allah’ın yolu mutlaktır- çünkü zaten Allah’ın yoluna giren biri artık sürü yaşamı eşiğini geçmiş olur ve tek başına Allah yolunda (düşüncede) ilerleyebilir.
Bir uçta Allah diğer uçta bebek, Allah’ın hiçbir ihtiyacı yokken bebeğin ihtiyacı -yarım yamalak olacak değil ya- dört başı mamur bir istikbaldir; akıl istikametini ancak böyle bulabilir ve cihat bu istikametteki salih ameller olarak gerçek tanımını ancak kazanabilir. Üstünlüğün sadece takva ile sınırlanması hoşluk olsun diye söylenmemiştir, erişkinliğe ulaşabilmiş her ebeveyn için istikbal görevinin ilkesel istikametidir.
Musevilik ve Hristiyanlığın kitapları dinden çok mitolojiye eğilim gösterir. Örneğin özgürlük davasıyla işkembe davasının yaman diyalektiği olarak Musa’nın İsraillerle yaşadıkları çok kıymetli deneyimler, ne var ki bize ulaşabilen hikâye ancak bir çizgi film olduğu için tarih öncesine düşer; o yüzden kesinlikle boş değil ama çok bir besin değeri içeremez. Museviliğin kitabı, peygamber diye lümpen tiplerin, peygamberlik faaliyetleri diye envaiçeşit polimlerle dolup taşmaktadır – Museviliğin tanrısı da bir tuhaf zaten; buluşma çadırında Musa’yla ot çekip tavla atmalar, halay oynamalar, iki kadeh devirirken iki lafın belini kırmalar… Gereksiz ve artık tamamen anlamsız detaylarla dolu Musevilik kitabını okuyan birinin normalde dinden soğuması ve peygamberlerden -hele de peygamberlerin peygamberi kabul edilen İsmail’in ve İsrail’in babası İbrahim’den- tiksinmesi gerekir – ödlekçe yalakalıktan yalan dolana, karısını firavuna krala “kız kardeşim” deyip peşkeş çekmekten ensest ilişkiye… hepsi İbrahim’de vücut bulmuş.
Hristiyanlığa gelince, İsa da zaten peygamber olamamış, Sokrates gibi ancak bir peygamberlik girişimi olmuştur. Muhtemelen yaşlılık hastalığını kavradığı ve dünyevilikten çok sıkıldığı için bir çeşit ötenazi yapan Sokrates’ten farklı olarak genç yaşta ilk darbeyi almasıyla İsa ancak bir mitoloji imgesi olarak kullanılabilen boş bir itibar uğruna kendini ölüme terk etmiştir. Uzak yakın kimin ne düşüneceğini, arkasından ya da yüzüne karşı ne kadar aşağılayıcı konuşacaklarını ve davranacaklarını hiç umursamadan kendi itibarına tekmeyi basıp İsa ‘ben peygamber değilim, en aşağı benim’ dese ve sonra havarileri falan hepsini başından defedip en dipten -onu abartarak şaşırtacak hiç kimse olmadan- tek başına tekrar peygamberlik mesaisine girişse o takdirde bir peygamberlik şansı olabilirdi. İsa’dan bize kalan -cidden mucize olabilir ama bizim kul algımıza göre- sihirbazlık numaraları ve ikinci el olan kişiler tarafından aktarılmış birkaç sözdür.
En yüksek itibar, istikbal uğruna itibarından vazgeçebilmektir. İsa’nın cesaret edemediği ve Muhammed’in meydan okuduğu budur: katışıksız öz samimiyetle işletilebilen derin, kesintisiz ve kan kusturmacasına ıstıraplı teori süreci sonucunda kendi itibarını hiçe sayacak psikolojik bağışıklık kuvvetine erişemese Peygamber seneler senesi o aşağılanmalarla asla baş edemez, psikolojik üstünlüğünü kesinlikle koruyamaz ve yükseltemezdi ve tabii peygamber de olamazdı – İsrâ 74 ve 75 ayetlerde “onlara biraz meyledecektin” o zaman “hayatı ve ölümü [zayıflığı, sıkıntıyı] iki misli tattırırdık” diye boşuna yazmıyor; o ‘biraz meyledilen’ o iki ayaklı memelinin gösterdiği sahte itibar kırıntısıdır, çok az faninin kaçınabileceği olağan ve yaygın bir tuzaktır.
Bütün bunların dışında Allah ile iletişim kurmanın tek yolu o da somut bir gerçeklik olan Kuran’ı -önce bir bütünlük olarak ve sonra İslam devrimi sürecindeki olaylarla karşılaştırmalı detaylarını- anlamaya çalışmaktır – ki Kuran’ın yanlışına icabında yanlış diyebilmek de Allah’ın sorgulanamaz hikmetine binaen kulunu sınama yöntemlerinden biri niye olmasın? Adalet uğruna Allah’a bile karşı gelip cehennemde yanmayı göze alabilmek belki de Allah’ın verdiği iradeyi en yüksek faydada kullandığını gösteren en kıymetli sınavdır. Putperestlik zaten soyutta veya somutta sonuçlarını düşünmeksizin körü körüne yapılan her türlü faaliyettir. Kendini Müslüman sananların geçmişte ve günümüzde yarattığı yıkıcı, yozlaştırıcı sonuçlar, körü körüne bir iman olamayacağının açıkça kanıtıdır.
İslam bir kavga dövüş dinidir, ama tabii cehalete (adaletsizliğe) karşı salt -üretken- beyinsel enerji patlamalarıyla meydan okuyarak yapılabilen bir kavga dövüş… Allah mutlak olanı isteseydi -bu kadar ayetler göndermeye, Peygamber’in ve has müminlerin yoğun ve kesintisiz eziyetler çekmesine ne gerek kalırdı ki- ‘ol’ derdi ve mutlak olan olur, biz de tekrar tekrar ıstıraplarla dolu kargaşalarda çırpınacağımıza günah işlemek nedir bilmeden mutlu mesut keyif çatıyor olurduk. Peygamber’e ‘örnek insan’ diyorsun -yanlışı yanlış, örneğin cinsel ayrımcılığı aşamaması gibi, o bir yana ama- Peygamber has liderdi; kula kulluk etmek için yarışacağına sen de lider (halife) olmak için kendini geliştirmeye çabalasana… Allah’ın yolu, istikbal uğruna düşüncede yükselmeye çabalamaktan başka ne olabilir ki? Peygamber’in bütün hayatını dolduran mesaisi istikbal uğruna düşünceyi zenginleştirmeye çabalamaktan başka ne ki?
İki ayaklı memeli sürülerinin -soyutlama fırtınasını şaşırtan- kötücül etkilerinden korunmak için toplumdan izole olmak sadece teori sürecini optimum başarımla işletebilmek için gerekli olabilir, Allah’a yaltaklanmak için değil kesinlikle.
Demek ki Allah bizimle iletişim kurmadığı sürece salt mecburiyetten dolayı sadece somutla -yani şu bizim fukara kozmik bilgi işlemle- iletişimi kesintiye uğratmadan teori sürecinde istikbal davamızın izini sürebiliriz. Somuttan kopuşun gerçekleştiği o eşikten sonra her şey teori sürecinden sapar ve hepsi artık verilerin ve varsayımların harmanlandığı bir uydurma olur. Uydurabiliriz, o da helal -hatta sadece saçmalama oturumları düzenlemeli, ağız dolusu içten kahkahalar attıracak kadar çok eğlenceli olmakla birlikte hem işe yaramaz olasılıkların eksiltilmesi hem de işe yarar olasılıklara ilham olması gibi genel anlamda aklın algısı ve işlerliğini geliştirmesi açısından çok faydalar sağlar- ama o zaman spekülasyon yaptığımızı net bir biçimde vurgulamamız gerekir. Aristo’nun armağanı olan ‘sınıflama’ her anlamıyla her alandaki teori ve uygulamada yönteme dair vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Kozmos olgusunun daha ne olduğu belli değilken, zaman olgusunun kesin bir tanımı daha yapılamamışken big bang gibi genel görelilik gibi esas bileşenleri kozmos ve zaman olan spekülasyonlara teori demek, itibarı yüksek bir kavramı abuk sabuk istikametlere bükerek kötüye kullanıp kavram ve akıl tecavüzcülüğü yapmak demektir. Oysa örneğin big bang hikâyesinin teori değil spekülasyon olduğu çocuklara anlatılsa o çocuklardan biri veya birkaçı ilgili olguyla hayallerinde seneler senesi oynayıp belki çok daha sağlam bir kozmos senaryosu geliştirebilir. Freud’un ilaç diye reçeteye kokain yazması gibi tam tersini yapıp kurmacayı teori diye empoze etmek, tümevarım istikametinde kafa yoracak bir şey kalmadığı önyargısıyla evrensel bütünlük olgusuna ulaşabilme uğruna teori işletmenin önü kesilmiş ve evren bilinemediğine göre varsayımlar dışında geniş anlamda tümdengelim mümkün değilken patlamalı delikli eğrili paralelli terelelli vs. bir kozmos mitolojisi yapbozunu, incir çekirdeğini dolduramayacak şöyle böyle veriler ve çoklu akıl ağında sorgulama filtresinden geçirilmemiş karman çorman varsayımlarla tamamlamak gibi teorik üretkenliği -yönü bilinmeyen hedefe karanlıkta ateş etmek kadar- rastlantısal (putperestçe) bir mesaide sınırlanmış olur, akıl kavruk bir çocuk gibi körelir. Hafıza bir kapasitedir ve beyinsel enerji bir limittir; çok ciddi dirimsel sorunlar varken hafızayı entipüften ezberlerle doldurmak ve beyinsel enerjiyi yaşamsal olmayan kurgularda tüketmek -palavradan otobiyografisini yazan basın duayenleri gibi- bizi en ıstıraplı yollarda tüketir…
Bu öyle bir şey ki… sorunlarımızın çözümü can kırmak olsun ve bunu da sadece bakışlarımızla yapmak zorunda olalım. Bu durumda -sorunlarımızı çözebilmek için akıl gücümüzü sorunlarımıza tam yoğunlaştırmanın metaforu olarak- bakışlarımızla camı kırabilmemiz için bakışlarımızı en son kuvvetiyle cama tam yoğunlaştırmamız gerekir. Ancak… gözümüzü alan ışıklar, bizi irkilten sesler, bize iğne gibi batıp rahatsız eden spekülatif olaylar vb. öyle bir kakofoni kuşatması altındayız ki sorunlarımızın metaforu olan cama, çözümün metaforu olan kırmak için -bakışlarımızı tüm kuvvetiyle yoğunlaştırmayı geçelim- bir bakış bile atamıyoruz… Üstüne bir de ‘onlar kara deliği keşfetti, biz oy bile sayamıyoruz’ diye kendimizi aşağılayarak daha da fosseptiğe gömüp zaten varla yok arası olan heves ve cesaretimizi kırıyor, kendi kendimizi çaresizliğe koşullandırıyoruz. Birincisi, daha dünyanın manyetik koruması dışına çıkabilecek bir teknoloji geliştirememiş kadını erkeğiyle o lavuklar bir resim -çekmek değil o da- tasarlamak dışında keşfediyoruz diye astrologlar gibi çeşitli görüntü ve renk okumaları yaparak uydurup duruyorlar; çünkü o araştırmalara kaynak ve o bilimci geçinen maymunlara ambiyansından geçilmeyen altı yıldızlı bir yaşam bahşeden sömürücü efendileri, kitlelerin kendilerini böcek gibi hissetmelerini sağlayacak tam da bu tür -bir çizgi film olduğu kavranamayıp ciddin bilim sanıldığı sürece- akıl erdirmesi imkânsız özgüven boğucu feza -ve kuantum- mitleri talep ediyorlar ve ikincisi, oy sayamıyorsak, teşhisi koyduğun gibi girişsene mücadeleye… Hastalığa teşhis koyuyorsun ama tedaviye gelince yan çiziyorsun… pis pis konuşunca oluyor mu?.. Niye yüzün kızarmıyor? Niye zoruna gitmiyor? Kaşarlandın mı? Nasır mı bağladın?..
Ya da bu öyle bir şey ki… zararı faydası bir yana, gelişmiş ülkelerin gökteki ve yerdeki sanatta, bilimde ve ekonomideki indirmeli bindirmeli atraksiyonlarının çok eğlenceli bir parti olduğunu varsayalım ve biz de bu partinin tadını çıkarmak isteyen biri olalım. Ancak… hiçbir etkinlik gösteremeden yaptığımız sadece eğleniyormuş görüntüsü vermek, çünkü o eğlencenin tadını çıkaracak mecalimiz yok, o kuvvette değiliz. Çünkü hastayız -diyelim- sarılık geçiriyoruz. Partinin tadını çıkarmak için önce hastalığımıza odaklanıp kendimizi iyileştirmemiz ve kuvvetimizi kazanmamız gerekirken… anlayın işte. Biraz kafa patlatma… bütün kaçındığımız bu, o yüzden ezber fosseptiğinden kafamızı çıkaramıyoruz, biraz kafa patlatmak için beyinsel enerjimize kıyamadığımızdan… İşte esas adı beyin tecavüzcülüğü olan resmî ideoloji (ideoloji tarikatçılığı) ona derler. Finali hep felakettir, en son iyiden iyiye kokuşmuş olan Cumhuriyet’in 2000lerde vuruşmadan dövüşmeden yaşadığı kepazece yıkım gibi…
Yürümek nasıl ki bir sağ ve bir sol ayak olmak üzere iki evreden ibarettir, en basitinden en karmaşığına kadar herhangi bir işi yapabilmek de teori ve uygulama olmak üzere iki evreden oluşur. Yani askerî düzen yürüyüş ya da koşusunda sağ komutundan sonra nasıl ki sol komutu gelmek ve sürekli sağ sol komutlarıyla devam etmek zorundadır; herhangi bir işi yapma sürecinde de teori evresinden sonra uygulama evresi gelmek ve teoriden uygulamaya, uygulamadan teoriye sürekli birbirine veri geçişleriyle süreç işlemek zorundadır. Marksistler teori ve uygulama konusunda çok idmanlılar, ama bir de liboş aklına psikolojik üstünlük sağlayabilseler ve -kokonaca Batılı makyajı üstünden akan palyaço kılıklı sümsük kasaba kültürünün başyapıtı ‘Babam ve Oğlum 2005’ filmindeki deli oğlanın babasını yıkıp geçmesi gibi- Marks babayı bir aşabilseler…
Salt teori, tek ayak üstünde zıplayarak ilerlemeye benzer ki çok az bir mesafe sonunda putperestliğe kafa üstü çakılmak kaçınılmaz olur. On milyonlarca yıllık olduğu varsayılan simit benzeri fosil bir görüntü -simülasyonu değil de- tasarımı üstünden koparılan -5 milyon yıl sonrası hakkında atıp tutmak gibi kanıtlanması da çürütülmesi de imkânsız- kara delik sabuklamalarında olduğu gibi teori diye hayatın sorunlarıyla uzak yakın ilgisi olmayan fütürizm düzülmeye başlanır. Esas mesele kesintisiz veri toplayıp teorik üretimin hammadde girdisini zenginleştirmek olmalıyken nedenselliğin sürdürülemediği teolojinin sınırlarında önsel olarak kurgulanmış feza mitolojisi yapbozunu tamamlayabilmek için zaten bir gıdım bir şey olan eldeki veriler kötüye kullanılmış olur.
Hiçbir teorik hazırlığı ve altyapısı olmayan salt eylemlilik ise vahşi doğadaki bütün canlılarda -ve memleketin yüzlerce yıldır süregelen ıstıraplı geçmişi ve bugününde- görüldüğü gibi neredeyse kendini tekrar etmek, yani tarihsel hafıza yoksunluğundan ve örgütlü akıl eksikliğinden dolayı tepetaklak gitmek demektir.
Afrika taş devri koşullarına takılıp kalmışken Avrupa’da sanayi uygarlığına ulaşılması arasındaki esas fark teoriye ayrılan mesaidedir – teoriye ayrılan mesai, hepsi bu… çünkü istikametini istikbalde bulmuş gerçek (üretken) teori süreci, aralıksız ve keskin vuruşlarla uygulamayı kendiliğinden zorlar ve Rönesans sürecinde görüldüğü gibi her tür ıstıraba meydan okuyup aşarak uygulama evresine geçişi iyi kötü başarır. Yoksa zenci ayrımcılığı yapan beyazların savunduğu gibi Afrika kökenliler teori sürecinde yetersiz olduğundan taş devri koşullarına takılıp kalmış olsalardı o zaman cidden çekiç sallamak, yer süpürmek vb. vasıfsız işlerden fazlasını zaten yapamaz ve bir yerlerde gizli kapaklı maymunca faaliyetler yürütmek yerine zenci ayrımcılığını savunanlar haklı çıkmanın gururuyla orta yerde poz keserlerdi.
Magazin düzeyini henüz aşamayan kadın hareketinin ötesinde esas cinsel ayrımcılık da gene teori mesaisiyle ilgilidir. Bütün imkân ve özgürlükler hazırda olsa bile teoriye mesai ayırmak zaten çok zor bir beyinsel enerji patlaması gerektirirken üstüne bir de testis perestiş müptezellik bütün sınıflı toplum tarihi boyunca kadınların teori mesaisine geçit vermez bir Berlin Duvarı örmüştür. Kadınların -teori gücü için mutlak gereklilik olan- psikolojik üstünlüğü daha doğmadan toprağa gömülmekte ve doğduktan sonra hem erkek soyuna tapınan putperestliğin kötücül beyin yıkamalarıyla örselenerek hem de tek kutuplu erkek egemen sistemle kuşatılarak kadınların teoriye zaman ayırmaları açıkça engellenmektedir; yoksa tarihte ne kadar erkek boy göstermişse en az o kadar kadın da aynı işleri başararak öne çıkabilirdi. Kadınlar günümüzde sadece -boydan boya sınıflı toplum ideolojisi olan- erkekçe tecavüzcü karakteri özümseyerek ancak siyasette ve iş dünyasında yükselebilmektedir. Gerek erkeklerden, ama en çok kadınlardan, psikolojik üstünlüğü gırtlaklandığı için bir ücralara sıkışıp hiçbir teori mesaisi yürütemeden öylece yitip giden nice deha potansiyeli vardır, kim bilir? Belki de sensin, Allah bilir? Teori sürecine girişmeden ve istikrarlı bir ısrarla beyinsel enerjine sonuna kadar asılmadan asla bilemezsin.
Kavramların kuvveti -her şey gibi- kullanım değerine bağlıdır. Teori kavramını kullanışsız ve oyalayıcı olabilecek spekülatif anlamlara çekiştirilmesine göz yummak, kendi bacağına ateş etmek gibi kendi akıl gücünü sakatlamak demektir. Kavramları sulandırıp kullanışsız oyuncaklara indirgeyenler bizi, aklını kullanamayan maymunlara dönüştürmek isteyen sömürücüler ve onların üç buçuk kuruşluk yerli eklentileridir.
Teori -hayat bilgisinin üretim alanı olarak- belki de kavramların en kıymetlisidir, ne -kendini bir kez olsun sorgulamamış kendinden bihaber- tahsilli maymunlara ne de sömürücülerin üç buçuk kuruş sakalına tav olan Amerikan İngilizcesi kompleksli uydu akıllara terk edilemez. Şeker hastası yaşamını sürdürebilmek için nasıl ki hastalığı azdıracak olguları hayatından eksiltip bağışıklığını kuvvetlendirecek olguları hayatına katmak zorundadır; uygulamaya geçişi zorlamayan her önermeyi teori tanımından eksiltmek ve uygulamaya geçişi zorlayacak her önermeyi teori tanımına katmak, aklı örgütleyebilmek için mutlak gerekliliktir. Aklı örgütleyemedikten sonra neci olduğun, ne iri ve sürülerce sürü çok kalabalık olduğun bir fark yaratamaz; seni örgütlü liboş aklın tahakkümünden kurtaramaz, makus talihin pençesinden kurtaramaz.
Çok şeye ihtiyacımız var, ama önce teori kavramını sağlama almalıyız; çünkü her neye ihtiyacımız varsa onu önce teori sürecinde geliştirip olgunlaştırmak zorundayız ve daha fazlası…
Başarılı bir teori süreci için -teori şu anlamda da bu anlamda da kullanılır gibi otorite geçinen tahsilli maymunların ne dediği ve sözlükte ne yazdığına kesinlikle aldırmadan masumca da olsa bütün tali ve mecazi anlamlarını dilimizden söküp atarak- teori kavramının somuta (kozmik bilgi işleme) dayalı ve hayat bilgisi (istikbal) istikametindeki uygulamaya dönük tam ve net bir tanımını yapmak ve koruyup geliştirmek öncelikli görevimiz olmalıdır.
Ya da yetişkin olmanın yükümlülüğü yerine getirilemez ise yüzlerce yıldır süregeldiği gibi yanaşık düzen koşullarında bini bir para aşağılık komplekslerinin psişik sopalamalarıyla salakça gülünçlü böbürlenmeler eşliğinde haybeci ecdatlar gibi nal toplamaya aynen uygun adım talim ederiz…
Türkiye denilen bu çürük bina ürkütücü sesler çıkararak çatlıyor, yarılıyor, parça parça dökülüyorken bu iş kesinlikle böyle gitmeyecek… Çünkü oldu olalı devletin resmî ideolojisi kan davacı ve psikopat ve üstüne üstlük boş işkembelerin sayısı artıyor. İşkembeler dolmaz ise -iki ayaklı dört ayaklı memeli memesiz omurgalı omurgasız çok hücreli tek hücreli hiç fark etmez- saldırganlık hep daha çok azgınlaşarak hükmünü sürdürür, işkembesi boş olan ulaşması gerekene ulaşana kadar tek bir bilinç kırıntısı olmadan her tür yıkıcı yolu dener.
Bir ülke boydan boya mal olamaz; ülkeyi sahiplenebilecek ebeveyn erginliğine erişebilmiş yetişkin birileri illaki olmalı, hangi kovukta yaşıyorlarsa artık kendinde deruni bir motivasyon üretmeli ve korku (ezber) duvarlarını yıkıp illaki meydana çıkmalı…
Padişahların kendi tahtını koruyabilmek için bebek kesmesine bahane ya da demokrasi cengâveri kankaların oy avcılığına zoka değil tabii ama maymun sürüleriyle dolu ve yıkılmak için depremini bekleyen çürük binada ikamet etmeye mahkûm olmak anlamında cidden beka sorunumuz var. Mahkeme duvarı kadar ciddi olmak gerek, bu şaka değil.
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş