Mutlular cehennemi
Kestanenin afacanlığına bakılırsa ‘içinden çıkıp kabuğunu beğenmemek’ hiç iyi manada kullanılmaz; oysa gelişebilmenin biricik motivasyonu -yani kalitesi, kuvveti, kapsamı ışık hızına ulaşsa bile eldeki bilginin her halükârda ‘sonsuz küçük’ kaldığı ‘sonsuz büyük’ bilinmeyene karşı asla razı gelmemenin ilk kuralı- kesinlikle beğenmezlik olabilir.
İki ayaklı memelinin halt yemelerine bakılırsa hayati mesele ‘içinden çıkıp kabuğuna tecavüz etmek’:
Güçlü kadınları bile ele geçirmiş olan ‘erkek üstün’ anlayışın birbirine ve her şeye karşı sürekli ‘erkek rolü oynama’ saplantısının pençesinde nesilden nesle manyaklığının dozu arttıkça kaçınılmaz olarak -cop, şişe, dansöz kıyafeti vb. gibi materyaller aracılığıyla- erkekçe eşcinsel asimetrik bir tecavüzcüye dönüşen saray Sünniliği, Cumhuriyet’i öyle bir sarpa sardı ki içinden çıktığı -kaybeden ve kaybolmuş esrik ve ezik- halkın sonsuza kadar tekelinde olacağına körü körüne (yobazca) inanarak -çöp toplamak bir yetenek olamayacağına göre- çöp toplamaya bile tenezzül etmeyen bir laubalilikle laçkalaşan yönetim şeklini çıkmaza soktu ve en sonu belasını -para ve savaş mafyasının teşvik ve desteği ile- (ayakçısı ve şamaroğlanı) kasaba Sünniliğinden buldu.
16 yıl boyunca tarihlerde eşi emsali görülmemiş zaferlerden zaferlere koşarak gelmiş geçmiş hiç kimsenin yapamadığı kadar sayısız kez vatanlar kurtaran, bütün zamanlarda yazılmış destanlardan mislilerce sayısız destanlar yazan kasaba Sünniliğinin yüzlerce yıllık saraya ulaşma ukdesi en sonu Erdoğan’ın “bana president deyin” masumiyetiyle -şirket olmayı başaran KOBİ’nin holding olma hülyası gibi- hiç de orijinal olmayan bir dürtünün esaretinde direksiyonu -aynen saray Sünniliğinin varmak istediği- Batı medeniyetine kırdı.
Muasır medeniyetler falan… kolpa aynı kolpa.
Çocukça bir hevesle Erdoğan’a sorgulanamaz sınırsız yetki vermeye çalışarak -her şeye gücü yeten- bir baba tanrı yaratma putperestliği ve ne işe yaradığı tam bir muamma iken dış görünüşüne bakılırsa ambiyansından geçilmeyen külliye panteonu -freudyen veya değil birçok başka travmaya sendrom olmadan önce- kasaba Sünniliğinin -yılanla karşı karşıya kalan kimi sürüngenler gibi- yutulma korkusuna gösterdiği (fizyolojik yapı dışında her şeyiyle çocuk kalmaktan kaynaklı çaresizliğin dışavurumu olarak) aslında kendini şişirme refleksidir.
Saray Sünniliğinin yüzyıl menziline bile varamadan uygarlık iddiasının çöküşüne karşılık, Erdoğan’ın en kuvvetli president makamına -cumhurun başı vs. kolpaların altına yüz kızartıcı bir sinsilikle saklanmış (çocuğunun gücü olmak yerine ebeveynin çocuğuna ‘karşı güç’ olmasından dolayı çocuğun aslında sadece güce ihtiyaç duyduğu için polis olma arzusu gibi) sadece bir isme tamamen biçimsel- çocukça bir özenmeyle zirvesini gören kasaba Sünniliğinin İvedikyen arabesk fantezisi ancak enkazı yurt edinmekle sonuçlanmıştır.
Kurumsallaşmış ribayı (%99,999 Müslüman) Türkiye’ye kazandıran rahmetli Özal -bireyci hukukun gelişmişliğine bağlı görece bir tanımı olan liberalizmi tamamen tersten (düz) anladığı için- memleketin kavruk, hukukunun uyduruk olduğuna bakmaksızın sadece çalıp çırparak (spekülatörlükle) kalkındırabileceğine gerçekten inanmıştı.
En kolay spekülatörlükle sermaye birikir eyvallah da çalmak öyle bir bağımlılıktır ki mabadı kaldırıp yatırım yapmaya derman bırakmaz – çalan çaldıkça daha çok çalmaktan başka bir şey düşünemez…
Ve final:
Motoru gitmiş hacı murat ne ise Türkiye ekonomisi odur.
Motoru bitmiş hacı murat ekonomisi 2000lerde olduğu gibi dünyadaki tek güç olan merkez sermaye tarafından çekilerek anca sürüklenebilir.
Aynı bir holdingin bir KOBİ’yi kollaması gibi merkez sermaye şu an Türkiye ekonomisinde -bir avuç saman bir maliyetle- olumlu hava estirip şu meşhur ekonomik göstergelerin ibresini anında yukarı çevirebilir.
Arkasında durarak borç vericilerin gözbebeğine dönüştürüp kolay ve uygun şartlarda borç sağlayabileceği gibi -faizi ödeyebilmenin farzı olarak asıl önemlisi- Türkiye’ye fason işler vererek ve üretebildiği ne ise artık Türkiye’nin o mallarına piyasada öncelik tanıyarak [tabii ki bir İsveç olamaz; çünkü -petrolden zengin ülkelerin uygarlıkla uzak yakın ilgisi olmadığına göre- iyi kötü uygar toplum olmak için bir özerk irade (bireysel özerk yönetim – bireysel devlet) olduğu bilinciyle kendi kıymetini kavrayabilmiş ve kendine kıymet verebilen bir ortalama karakter kalitesi de gerekir ki] zaten öyle pek bir hayat kalitesi derdi olmayan aç köylülerin vatanı Türkiye’yi merkez sermaye -Ortadoğu kriterlerine göre- kendi çapında bir ekonomik cennete çevirebilir.
Hatta orta vadede Türkiye’den bir Güney Kore bile çıkarabilir.
Ama niye yapsın?
Kökeni İsrail ırkı olan oyuncu, yönetmen vs. sinemacıların -İsrail ırkının Yahudilik din geleneği buyruğunca hepsi birbirini adamı görüp kollaması sayesinde- müşterileri hazır olmasa Woody Allen de dahil Amerikan sinema endüstrisindeki birçok starın esamisi dahi okunmazdı.
Savaş ve para mafyası Türkiye’yi niye kollasın, niye şebekesine dahil etsin, niye gücünden faydalanmasına izin versin?.. Adamı mı?
Antiemperyalizm kallavi bir laf ama acı gerçek şu ki Türkiye ekonomisine merkez sermaye -sömürebilmek için tabii ki- el atmadığı sürece Türkiye iş dünyası denen o yaratık var ya hepsi -merkez sermayenin emperyalist emellerinden çok daha zararlı- beleşçi dalkavuklardır.
Leşçil hepsi.
Türkiye ekonomisi avcı falan değil -avcı ekonomilerden arta kalan pis şeyleri tırtıklayarak pay kapmaya çalışan- bir leşçildir.
Hukuk kavramına çalım atabildiği oranda vahşi (veya değil) liberal rekabetçilik sayesinde şirketler iyi kötü idmanlı olur.
Türkiye ekonomisinde -saçı sakalı ağarmış (dedelik çağındaki) koca koca adamların Erdoğan’a mecnunane âşık olma rekabeti dışında- hiçbir anlamıyla rekabetin hiçbir biçimi hiç olamadı.
Kazanan, devlete yamanmış (hırsızlık ne değilse artık) bedavadan kazanç elde ediyor.
Kalan Boğaziçi köylüsü ayrı birer süzme -vaktiyle o borcu hangi akla hizmet aldılarsa- borçlarını yapılandırıp duruyorlar ya nereye kadar?
Borç buldun yumul… İlaç bulunca yumuluyor musun?
Faizini nasıl kazanacaksın, ölçüp biçtin mi?
Sorsan hepsi ekonominin Einstein’ı (ekonomi üstüne öyle tumturaklı cümleler kurarlar ki anlamaya çalışan baygınlık geçirir) ama iş icraata geldi mi ekonominin kaka mama seviyesindeki en basit kurallarını daha beceremiyorlar.
[Mutlu iktisatçı sanıyor ki merkez sermayenin anavatanı boydan boya spekülasyon, oysa spekülasyon ekonominin çok az bir kısmıdır ve -özellikle de (Clinton’un bankacılıkla ilgili bir yasa değişikliğiyle spekülasyonu azdırmasından kaynaklı) son büyük krizden sonra- bilinçli olarak baskı altında tutulmaktadır. Batı liberalizmi büyük çoğunluğu gerçek ekonomidir (reel sektördür) spekülasyon sadece gerçek ekonomiden otlanabildiği için öyle olmak zorundadır, yoksa gene piyasalar üçkâğıdı çöker.
İki ayaklı memelilerin büyük çoğunluğu gibi kendisinden bile haberi olmayan Trump bir şeylere kafası erdiği için bütün bu filmleri çevirmiyor. Onun tek derdi malını satmak. Hepsi bu, adam malını satmak istiyor. Trump göçmenleri olası müşterilerini parasız (işsiz) bıraktığı için istemiyor ama kendisi ucuz işgücü olarak kullanırken göçmenler mesele değil. Yahudilikle zengin olduğu için dost yoksa çıkarı olmadıktan sonra kimse umurunda değil. Aklı kesinlikle ortalamanın üstünde ancak karakter olarak ortalamanın çok altında bir magazin siğili bir iki ayaklı memeli olan Trump için Amerikan ekonomisi sadece malını iyi paraya satmaktır. O yüzden Trump tamamen bilinçsizce sadece kendi müşterisi olabilecek sosyal katmanı hedef alarak gerçek ekonomiyi canlandırmaya çalışıyor ki olası müşterilerinin cebi para görsün, mallarını satın alabilsin. Trump’ı destekleyenler malını satmak ve mal satın alabilecek gelir elde etmek isteyen o sınıf Amerikalılar.]
Liberalizmin anavatanında müteşebbisler ellerindeki üç beş sentlerle evlerinin garajında şirketler kurup patentler üretmeye kafalar patlatırken iş felsefesi salt şaklabanlık üstüne kurulu leşçillerin toplamı olan Türkiye iş dünyası -her anlamıyla ereği hayat kalitesi olan- gerçek üretken emeği kerizlik olarak şifrelediği için çalmaktan başka kazançlı yatırım adına bir şey düşünemiyor.
Güya bina yapıyor, güya ticaret yapıyor vs. ama bina yapar gibi, ticaret yapar gibi yaparken -çalışıyor, üretiyor illüzyonuyla- aslında sadece çalıyor – iş diye ne yaparsa yapsın kopuk allahsızın düşünebildiği tek şey bu: riba.
[Depremde çöken binalar gerçekte birer bina illüzyonu olarak hırsızlıktır (spekülasyondur): demir, çimento, tuğla vs. -bozuk veya değil- inşaat malzemelerini kullanarak yuva illüzyonu yaratıp imansızlar kurbanlarına sadece ölüm kapanı satıyorlar. Para olduğu kadar çaldıkları aynı zamanda candır.]
Mutlu iktisatçıların savunduğu gibi merkez sermayenin zinhar manipülasyon yapmadığını varsaysak bile (borç diye adlandırılan süreç -vadesi gelene kadar işletilmesinin sonucunda- en azından faiziyle birlikte borçlunun geçimini sağlayacak bir kazanç sağlamak zorunda olduğuna ve birbirinden çalmak -riba yemek- kazançlı yatırım olamayacağına göre) borç verici, kazançlı yatırım yapamayan bir ülkeye yüzde bin faiz verse bile -günü geldiğinde geri ödeme illaki zora gireceği kesinse- niye borç versin?
Mimarlık gibi, bilgisayar mühendisliği gibi bir süreç olarak bir ekonomi bilimi olamayacağı için ekonomi başlığı altında yönetilmeye çalışılan gerçekte ekonomiye zarar vericilerdir (piyasalardır) ki çoğu ekonomi zararlısı (spekülasyon) hep bir borç çevirme hikâyesine bağlı yaşayabilen bir asalaktır.
Faiz yükseltmekle falan borç çevrilemez, o -gelmişi geçmişiyle sayısız kez deneyimlendiği üzere faizin faizinin faizi fosseptiğinde- adım adım dışkısever bir yaratığa dönüşmenin öbür adıdır.
Borç kullanmak aynen hastayken ilaç kullanmak gibi uzmanlarınca inceden inceye hesaplanması ve denetimli işletilmesi gereken -yani, hastanın tıp hekimi olmadan tek başına hastalığına yetememesi gibi borç kullananın da asla tek başına altından kalkamayacağı- felakete açık çok riskli bir süreçtir.
Orta çağda veba salgını ne ise ekonomide borcun kural olması odur. İşte o toplum aynen Kuran’da söylendiği gibi “şeytan çarpmış gibi kalkar” -bir kilo rakı içmiş (cin çarpmış) gibi- ekonomide daha iki ile ikiyi toplayamaz.
[Bir kilo rakı içip basit bir havuz problemi çözmeye çalışarak isteyen -şeytan çarpınca ne hallere düşündüğünü- deneyimleyebilir. Ertesi gün çalışma masasının üstünde göreceği şey kepazelik olacaktır.]
‘Nasıl borç çevirebilirim?’ değil ‘nasıl borçtan kurtulurum?’ doğru sorudur ve kazançlı yatırım bunun için gereklidir. Birbirinden çalıp çırparak olmaz, çünkü askerdeki gibi yer değiştirmekle (bir mülkiyetten eksiltip başka bir mülkiyete eklemekle) ülke ekonomisi bir kazanç sağlayamaz.
Ekonomi kisvesi altında yapılan hırsızlık (riba – spekülatörlük) -geçmişteki kötü deneyimlerin korkusundan o da- hukuk kavramının maharetiyle makul bir seviyede baskılanamaz ise Amerikan ekonomisi de Alman ekonomisi de -İsviçre, Hollanda, Japonya vs. en janti ülke hangisi ise- hepsinin ekonomisi de -ne kadar kuvvetli üretim altyapısı olduğuna bakmaksızın- o saniye hacı murat ekonomisine dönüşür; zaten o ülkeler şimdi Türkiye’nin geçmekte olduğu bu yollarda bireyci hukuk sistemini görece geliştirip şimdiki görece refaha son 50 yılda ulaşabilmişlerdir.
Bu da demektir ki Erdoğan borç bulsa ve ekonomik göstergelerde durumu kurtarsa bile hiç olmazsa yaşamak için zorunlu ürünler üstünden yapılan spekülatörlüğü (dolaylı hukuk işletmek yüzyıllar sürdüğüne göre o da sadece doğrudan hukuk işletilmesiyle etiketine maliyetini yazmayı cezai yaptırım gerektiren yasal zorunluluk haline getirerek ribayı) baskılayamadığı sürece hacı murat ekonomisinin hiçbir şansı olamaz.
Cehalet sarmalındaki genetik inadıyla memleket ezelden olageldiği gibi sürünmeye talim eder.
Ekonomiler öyle kolay çökmez: gerçek ekonomi (yani, hayat) -henüz yerini alabilecek başka bir ‘bilgi kuvveti’ olmadığı için- bizzat ‘hayatta kalma içgüdüsü’ tarafından çok kuvvetli güdülmektedir – ki ona sürü yaşamı ya da -sürü yaşamı boydan boya çaresizce hayata tutunma çabası olduğuna göre sürü yaşamının sosyal tezahürü olarak o zaman- sürünmeye talim etmek denir.
İyi kötü temizce bir ereği olmayan biri için sürünmeye talim etmenin hiçbir olgunlaştırıcı etkisi olamaz -olsa herkes çoktan peygamber olmuştu- tam tersine -bilinçsizce- sürünmek (yabancılara sürekli yüklüce çaldırmak ve az birazını birbirinden çalarak geri almaya çalışırken kendi mülkünün hırsızı durumuna düşmek) soysuzluğun dibidir. İki ayaklı memelileri -her çeşitten manyaklığın, psikopatlığın, edepsizliğin, kıyımın, üçkâğıdın vb. cirit attığı- sürü yaşamının karanlık çıkmazlarına sürükleyip toplumda ırksal, dinsel, cinsel, bölgesel, türsel vs. her anlamıyla faşizmi hortlatır.
Yok eğer savaş ve para mafyasına biat etme yoluna gidilirse o takdirde Erdoğan ve ekibinin (veya iktidar kim ya da kimler olursa o zatların) leb demeden leblebiyi anlayan iyi eğitim almış usturuplu bir uşak gibi merkez sermayeye daha üstün başarımlı bir FETÖ hizmeti sunması gerekir.
[Rusya, Çin falan -BRICS- bunların hepsi aç… Hele psikopat Rusya acından kıvranıyor ve sağa sola saldırmasını engellemek için daha da aç bırakılacak. Bireyci hukuk yoksunluğundan alımgücü geberik ve üretkenlik içermeyen ekonomik birliklerden medet ummak boş hayaldir.]
Askeri vesayet zamanından daha atak, daha itibarlı başa baş güreşebilen bir Türkiye imgesi tamamen yanıltıcıdır ve çok tehlikeli bir tuzaklar içinde tuzaklar labirentidir.
[Örneğin Hamas aptalının kendisinden kuvvetli İsrail’e paslı füzeleri sallaması sadece İsrail’in kanunsuzluklarına bahane yaratarak meşru müdafaa kisvesi altında Filistin’i dövmesine çanak tutmaktadır – ki Hamas bu durumda tam da İsrail’in çıkarlarına hizmet etmektedir.
Daha kuvvetli örnek 11 Eylül felaketidir. Küçük bir bahane Amerikan savaş endüstrisine bayramken Amerika’yı teröristlerden koruma kisvesi altında nereleri cehenneme çevirdiği kör ve sağırlara bile malumdur.
Karikatürize edersek -özetle- senden kuvvetli birine yumruk çakar da etkisiz hale getiremezsen seni bir temiz dövmesi için meşru koşulları altın tepside bizzat sunmuş olursun, o yüzden -İsa düz bir saf olamayacağına göre- ‘öbür yanağını çevirmek’ sözünü gerektiğinde kullanmak üzere bir taktik olarak değerlendirmek gerekir.
Suç işlese de önsel olarak zaten meşru algılanan güçlünün ayrıca algı operasyonu aparatlarına hükmettiği psikolojik savaş koşullarında zayıfken bir de suçlu durumuna düşeceğine katlan ve sana karşı işlenen suçlarla -küçük kürenin tek ve gerçek tanrısı- dünya kamuoyunu kazanmak için elinden geleni yap.
Kendi gerçek gücünü bilmek, gücünün yetmeyeceği belalı tuzaklardan kaçınarak gücünü işleyip geliştirebilmek için mutlak gerekliliktir.
“İlim kendini bilmektir” (öğrenmektir) ne bir şarkı sözü ne de bir şiir dizesidir; o, ilim yollarında sayısız çarık paralanıp bir ömür harcanmışken gene de başarısız olmanın boynu bükük isyanıdır:
Canlı cansız onun bunun hakkında nesnel süreçler işletip objektif tespitler yapmaya eyvallah da sıkıysa o bilim masasına bir kendini yatır bakalım, bir kendine nesnel ol da -kıçı kırık- bir teşhis koy bakalım kendine…
Tarih ya övünmek için ya da öteki görüleni aşağılamak için çarpıtılarak kullanılıyor, oysa tarih biliminin bütün meselesi -tıpkı tıbbı tedavi süreci gibi- sorunlara teşhis koyabilme öngörüsüne ulaşabilmek amacıyla geçmişin izini sürmektir. Yoksa bu fosseptikten başka nasıl çıkılır?
Kendi zamanında gelecek nesillerin utancı olduktan sonra ataların fevkalbeşer kahramanlar olmasıyla biteviye övünmek açıkça mastürbasyon bağımlılığıdır. Bağımlılık tedavisi disiplini uygulayarak atalarla övünmeyi -genel anlamda övünme ve övülme isteğini- kontrol altına almak ve çağın gereklerine göre övgüye değer işler gerçekleştirmek (övgüye değer olmak) için mücadeleye girişmek gerek ki bari gelecek nesiller ezikleri oynamasın.]
Merkez sermayenin en üst kat yönetim ofisi olan ABD önce büyük ekonomik krizle kafa üstü çakılarak ciddi bir beyin sarsıntısı geçirdi ve sonra belki kriz sersemliğinin etkisiyle Erdoğan’ı devirme hamleleri -duşta elden kayan sabuna basarak tepetaklak olmak gibi- absürt bir şekilde geri tepip yere kapaklandı.
Türkiye’yi mandırasının kınalısı yapma (FETÖ) operasyonunu yüzüne gözüne bulaştıran ABD, iblislerin gözünde gülünç duruma düşüp şeytani itibarını zedeledi.
ABD bir yandan toparlanmaya çalışırken aynı zamanda Türkiye’ye özel yeni politikasını (Türkiye’nin başına yeni çorabını) örüyor ve aptalca bir kazaya daha meydan vermemek için bunu -yüz göz sabunluyken el yordamıyla yerden sabunu almaya çalışmak gibi- rölantide inceden yoklamalarla yapıyor.
Ama bu hep böyle sürecek anlamına gelmez.
ABD ve Rusya arasındaki Türkiye tam bir arabesk film olmuştur.
Tereciye tere satabilirmiş gibi ölümcül bir özgüvene kapılan (Kezban) Türkiye bir yandan (Nuri Alço) ABD ile cilveleşiyor, diğer yandan (tecavüzcü Coşkun) Rusya ile fingirdeşiyor.
ABD Türkiye’yi Rusya’ya (ve Türkiye’nin kendisine de) asla yar etmez.
Ümitsizliğe kapılırsa Türkiye’nin yüzüne kezzap atmaktan sustalıyla delik deşik etmeye kadar ‘ya benimsin ya toprağın’ psikopatlığına sardırıp her şeyi yapabilir.
O yüzden ABD er geç Türkiye’yi kesin bir seçime hiç hoş olmayan bir üslupla zorlayacak.
Üstelik spekülatörlüğün karanlık dehlizlerinde işini yürüten en belalı tanrısı Amerikan savaş endüstrisinin -üretilenin tüketilmesi zorunluluğundan kaynaklı- savaşa gereksinimi kronik bir hal almış durumda, bela çıkarmak için en ufak bir fırsatı dahi asla kaçırmaz.
Rusya, Çin gibi diğer büyük savaş endüstrilerinden farklı olarak özel sektör olan Amerikan savaş endüstrisinin tek amacı daha çok maddi çıkar elde etmektir ki savaş spekülatörlüğü buna denir.
Günü gelip küçülme eğilimi gösterdiğinde insanlığın gelmiş geçmiş en zorlu hayatta kalma imtihanına dönüşecek olan Amerikan savaş endüstrisi her olayı -örneğin tipik bir okul katliamından sonra Trump’ın öğretmenleri silahlandırmayı önermesi gibi- daha çok silah tüketilmesi için bir bahaneye dönüştürmeye çalışmaktadır.
Her öğün bebek eti yiyen bu savaş spekülatörü azgın Amerikan savaş endüstrisi yamyamı -hiçbir zaman hiçbir biçimde Amerikan savaş gücünün onda biri bile olamamışken- ‘yetişin komşular Rusya’nın savaş gücü bizden çok üstün’ kocakarı ağızlarıyla cebinden sistematik olarak -yüz milyarlarca- dolar çektiği Amerikan halkını hipnotize etmekte, bir yandan ve -Kuzey Kore, İran vb. kendi kıtasından olmamak kaydıyla- sataşacak ne bulursa (hiçbir servetin, hiçbir kudretin ezikliğe çare olamayacağının kesin kanıtı) o bulvar köylüsü kokonayı magazin siğili gıcıklıyla onların üstüne bir köpek gibi salıp söz konusu ülkeleri kışkırtmak için elinden geleni ardına koymamaktadır, bir diğer yandan.
Amerikan savaş endüstrisinin -Saddam’ın Kuveyt’i işgali veya 11 Eylül felaketi benzeri- bir küçük haklı bir konum yakalaması -dünyanın kendi kıtasından uzak bir yerinde- yeni bir savaş başlatması için yeterli olacaktır.
Diğer yandan Putin aracılığıyla Erdoğan’ın beynini sistematik olarak yıkayan Rusya’nın, bu kadar fingirdeştikten sonra yüz çevirecek bir Türkiye’ye karşı anlayışlı olacağını beklemek, ayı ile tango yapabileceğine inanmak kadar saçma olur.
Erdoğan’ın eskisi gibi başarısızlıklarına bahaneler uyduramayacağı şekilde iktidar olması komplo değilse bile komplo olsa bu kadar iyisi olmazdı.
Fosur fosur bonzai emerek öksüre tıksıra kafa güzelleştirmeye çalışmak gibi lapacı muhalefet ve çıkıntılık yapan üniversitelilere falan saydırarak vasat siyasette cebelleşirken 15 Temmuz darbe girişimi Erdoğan’a kokuşmuş sınıflı toplum siyasetinin birinci sınıf eroini olan OHAL uçuşunu hediye etti.
[15 Temmuz darbe girişimi -muhalefetten kimilerinin iddia ettiği gibi- Erdoğan iktidarının OHAL yetkisini kötüye kullanıp devleti partileştirmek için tezgâhladığı bir komplo ise kesinlikle -en az 80 faşist darbesi ayarında- (şeytan işi) vatana ihanettir.
Yok eğer -iktidar ve yandaşlarının savunduğu gibi- devletin çok yönlü haber alma gücünden gizli -devlet otoritesine rağmen- gerçekleşen bir kalkışma ise o takdirde beceriksizliğin dibidir. Kimilerince bağıra bağıra geldiği iddia edilen sümsük bir darbe girişimi önlenemiyor ise o hükümet (devlet) basitçe ümitsiz vakadır, çöptür.
Her iki olasılık da Türkiye’nin seçeneksizliğine birinci derece (başka kanıt gerektirmeyen) kanıttır.]
OHAL uçuşunu bir kez şahdamarına içiten Erdoğan, siyasi hayatının kalan zamanlarında OHAL uçuşuna ermek için her bahaneyi kullanıp her yolu deneyecektir -kronik yoksunluk sarmalındaki eroinman gibi- tuzundan bebek bezine kadar ne kadar yetki gasp etse de asla yetinemeyecektir.
Merkez sermaye, Erdoğan’ı karalamak için hiçbir şey yapmayacaktır; çünkü -Kuran’la ilişkisi öpüp başına kaymaktan ibaret- İvedikyen taban -ak kara diye ilkesel bir derdi olacak- o erginlikte değil.
Askeri vesayete yaptığı gibi açıktan açığa darbe indirerek aşağılamayacaktır, çünkü -geçmiş deneyimler gösterdi ki- arabesk fantezi koşullarında ‘yetişin komşular’ carlamalarına toslayıp geri tepme olasılığı çok yüksektir [ve bir de bu tarz aşağılamalar karşı veya taraf olduğuna bakmaksızın ilgili toplumun ABD’den daha da soğumasına neden olmaktadır].
Zaten gerek de yok, çünkü iktisadi (ve siyasi) operasyon zaten kendiliğinden oluyor.
Cehennemdeki Türkiyelilerin başına geri itmek için nöbetçi zebani gerekmiyor ya hani -meşhur fıkraya göre- cehalet sarmalında inat eden Türkiye’yi kendi haline bırak, al sana Türkiye’yi çökertme operasyonu.
Erdoğan gibi kavruk bir semt köylüsünün iki satırlık öz yapısal şifrelerini çözmek Batılı güç odakları için hiç öyle zor bir şey değil.
Yaşananları ve yaşanmakta olanları kabaca bir okumayla bile anlaşılacağı üzere bir çöplükten farksız o savruk iç dünyasını saklayabildiğini sanan şarklıların tek kaderi mütemadiyen av olmaktır.
Batılı devlet başkanlarının Erdoğan uzmanı danışmanları Erdoğan’a bir şey yaptırmak istediklerinde önce Erdoğan’ın eşeğini kaybediyorlar ve sonra -eşeğini bulabilmesinin koşulu olarak- istediklerini yaptırıyorlar – yani bu tarz uluslararası ‘al takke ver külah’ süreçlerinin sonucunda Erdoğan eskisine oranla -kaybettiği eşekçiğini bulma sahte sevincinden- başka yeni bir kazanım elde etmiş olmuyor.
[ABD’nin rahip Brunson öfkesi, Almanya’nın gazeteci Yücel’i bir çırpıda çekip alıvermesine karşılık Türkiye’ye iş yaptırma konusunda kendisini yetersiz hissetmesi ve Almanya’nın eziği durumuna düşmesindendir.]
İster uluslararası ilişkiler olsun ister mahpushane raconu, büyük büyük doğrarken posta konulduğunda bir tırsıp bir kez taviz verdin mi (bir kez psikolojik üstünlüğü kaptırdın mı) asla durmaz hep daha çoğunu isterler. O eşiği geçtikten sonra kabadayıları durdurmak için kanlı bir vukuat yapmak gerekir, yoksa ortacı şamaroğlanı çevirirler…
Marksist devletçilik kuvvetindeki (güya) ‘Türk tipi president’ Erdoğan aslında çok avantajlı bir konumda, ama bir de aklı -en azından Türkiye’nin sorunlarını kapsayabilecek düzeyde- erebilse ve bir de kural üretebilen sıkı kadroları ve kural işletebilen etkin bir tabanı olsa…
Erdoğan -mesela askerliğin kaç gün yapılmayacağı gibi- düz konularda mutlak karar verici kutsal president uçuşunu -o da tatsızca- yaşarken kafasının ermediği meselelere -bir yerlerdeki bir yöneticilik makamında birkaç keriz silkeledi diye- salakça kendine güvenen zıpçıktı tipleri -normalde seçmenin işlevi olan- görevden alma tehdidiyle motive ederek göreve getirme stratejisini izleyecek ki cicim ayları bittikten sonra kafa göz yarma (görevden alma ve göreve getirecek adam bulamama) vakaları sıklaşarak artacaktır – ya da birbirlerine sımsıkı sarılıp -hayat erkekliğinin Nirvanalarında fink atan havuz medya genelevi orkestrası ‘cambaza bak’ senfonisini çalmaya devam ederken- öylece Titanik romantizmiyle batacaklardır.
2002lerden bu yana ancak şimdi gerçekten tek başına iktidar olabilen Erdoğan’ın elinde -şimdilik- kadrosunun başaracağına olan inancından başka hiçbir şey yok.
Yok, bir şeyi var; o da sadece AB’ye karşı çok güçlü doğal bir kimyasal silah:
Avrupa yaşam tarzının güvenlik duvarına (ve anti mülteci programına) dönüşen Türkiye çökerse -sayısız Türkiyelinin de eklenmesiyle deli rakamlara ulaşacak olan- mülteciler Avrupa’nın göç yollarında sayısız gayri medeni görüntülere neden olarak önce dünya kamuoyu önünde Avrupa’nın uygar imajını yerle bir eder ve sonra yeni bir duvar örmeyi başaramazsa Avrupa yaşam tarzı bile yerle bir olabilir – Türkiye çökerse Avrupa’nın anasından doğduğuna pişman olacağı kesin en azından.
O yüzden leşçil ekonomisiyle birlikte Erdoğan’ın siyaseti ve itibarı (cehalet sarmalındaki genetik inadıyla doğal kaybedenler olarak kasaba Sünniliği) çökerken iç dış Batıcı herkes -özellikle AB- Türkiye’nin en az zarar görmesi için çok incelikli bir ihtimam gösterecektir.
Erdoğan’ın bir şansı olabilirdi… ama… o ‘kendini tutamamak’ var ya o ‘kendini sonsuz sanmak’… servet, kudret, hürmet… neleri neleri alır götürür… o ‘kendini tutamamak’…
Yerliymiş yabancıymış takmadan önüne gelene bol keseden giydirmek var ya…
Başkasının parasını kendi paran sanmak… başkasının aklını kendi aklın sanmak…
Savaş ve para mafyasının gücünü kendi gücün sanmak…
Makam gücünü müsrifçe hor kullanarak olduk olmadık çocukça laf sokmalarla önüne geleni aşağılamak hem Erdoğan’a hem İvedikler sürüsüne çok tatlı geldi illaki de…
Köyünü kâinat sanmak neyse ne ama kendini kâinat sanmak ne? Üç yaşında bebek misin?
Cehalet sarmalındaki inadıyla zaten kaybeden olduğu halde kazandığını sanan olarak katmerlisinden tiksindirici iken kitleler halinde kendinden böylesine ikrah ettirmek…
O ‘kendini tutamamak’ var ya o ‘kendini sonsuz sanmak’…
FETÖ’nün başını yediği o komutanlar da vaktiyle kendilerini sonsuz sandılar.
O ellerinden geçen sayısız askeri (askerlerini) çok aşağıladılar çok… askerlerini birbirlerine çok aşağılattılar çok… aşağılanmalarına çok göz yumdular çok…
O her yaştan sayısız asker gerçekten o komutanların askeri olsaydı o üç beş FETÖ soytarısına yedirirler miydi hiç?
O generaller -soytarılık yapacağına- gerçekten komutanlık yapmış olsalardı Pentagon eğitimli o üç beş FETÖ veledini boğmak için o her yaştan sayısız askerin tükürükleri yetmez miydi sanki…
Yaptığını yapabildiğin için yapmak… Çocuksan, kediysen falan tamam… ama ya ebeveyn olmak? İstikbalden sorumlu olmak?..
Bu dünyada hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem diye enine boyuna erk sahibi bir egemen efendi asla yaşamadı.
Peygamber bir dilenciydi.
Aşağılanmanın ve şiddetin her türlüsüne katlanarak ve bütün sinsi tuzaklarla bir bir baş ederek Peygamber Muhammed kapı kapı, kabile kabile dolaşıp -son nefesini verirken bile- istikbal dilendi.
‘Mucize göster’ diye kibirlenen maymunlara ‘mucize benim’ diyemeden, ‘biri çıksın da benim gibi istikbal dilenecek bir irade ve o kalitede bir akıl ortaya koysun’ diyemeden (yanlışı tabii ki yanlış insana dair, istikbal uğruna düzgünce hesaplaşmak kaydıyla o ayrı ama) en soysuz cahilinden en azılı kan davalısına kadar kimseden ümidini kesmeden bütün kan davalarını tam karşısına alarak Peygamber Muhammed sadece istikbal dilendi.
Allah varsa da yoksa da Peygamber bu yüzden peygamberdir.
Fil kuvvetine karşı topal karınca kuvvetiyle istikbal için mücadele vermek nerede, istikbalden sorumlu makamı mastürbasyon aleti olarak kullanmak nerede!
En saçma fırsatta bile -örneğin sağanak yağmurda taksicinin kapıldığı ulaşım tanrısı uçuşu gibi- eli günü arkandan güldürecek sığ tavırlarla tanrıcılık oyna, sonra ‘birlik, beraberlik’ diye geviş getir.
Sığ ve kaypak seçmeninden başka hiçbir dostu olmayan Erdoğan’ın hiçbir şansı yok; çünkü (Sultan Süleyman gibi muhteşem bir muktedirin bile -Sultan Mehmet’in dahiyane yasası sadece kardeş öldürmeye izin verirken- torunlarını dahi kestiği ya da fidye gönderip kestirdiği) gerçek (vahşi) dünyada -zararın kimden nasıl geleceği belli olmadığına göre- dost düşman diye bir olgu yoktur, sadece diplomasi yürütmek vardır ve Erdoğan’ın yerlisiyle yabancısıyla hiçbir olumlu insan ilişkisi kalmamıştır.
Ani bir şok olmadığı takdirde şimdiden süzülmeye başlayan çocuk adam Erdoğan ona tapınanların gözü önünde peyderpey eriyecek… hıçkırıklar ayyuka çıkarken göz yaşları sel olup akacak.
Ekonomi değil, kriz Türkiye.
Ve bir B planı yok.
-Kimsenin bir yerlerde bir şeyler çiziktirdiği de yok ama- öyle bir yerlere bir şeyler çiziktirmeyle B planı olmaz.
Sigara bağımlısı için B planı ‘sigara sağlığa zararlıdır’ gibi üç kelimelik bir satırdır, ama iş sigarayı bırakmaya geldi mi -kelimenin en kuvvetli anlamıyla- destansı bir irade ortaya koymak gerekir.
B planı önce ‘salt irade’ olabilmektir.
İslam felsefesinde ‘ilim’ ona denir – ‘salih amel’ rastlantısal olmaz; ilgili bilimlerin iz sürücülüğünde sürecin detaylı işletilmesi sonucu hayat bilgisi (salih amel) üretmek, salt irade gerektirir.
Yoksa çiziktirilecek hiçbir şey yok -sadece ekonomi değil- makro ve mikro bütün sosyal süreçlerdeki -örneğin (sadece ve sadece kendine ve kendisi için kendini geliştirip yetiştirmesine yardımcı olunmalı iken) oy gücü, savaş gücü, işgücü vb. ihtiyaçlarda sırf muktedirin elinin altında olsun diye milli eğitimin bok yemeleriyle (hiçbir matematik teknolojisinin hesaplayamayacağı) çocuklardan çalınanlar gibi- her şekil ve her anlamıyla çalıp çırpmayı bitirme iradesi ortaya koyabilmek, işte yegâne B planı.
Yargıda da mesele spekülasyon, yürütmede de… devlette de mesele spekülasyon, halkta da… sanatta da mesele spekülasyon, bilimde de…
Üniversiteler açıkça hırsızlığı öğretiyor.
Bunun kötü bir sonu olmadığını sanan birinin, sigara içmeye özenen bir çocuktan hiçbir farkı yoktur.
‘İş’ olgusunu ‘kazanmak’ değil ‘yöntem’ olarak algılayarak eskilerin ‘hakkını vermek’ dedikleri her anlamıyla hiçbir biçimde spekülasyon bulaştırmadan temiz iş çıkarmak – işte hayatın kaka mama seviyesindeki temel bilgisi budur.
Çalıp çırpmak yüzünden içinde barındırdığı potansiyeliyle bu muazzam konfor zehir zıkkım oluyor.
Şöyle bir (üretken) üretime asılarak, (üretken) yaratıcılığa şöyle bir iki kafa patlatarak ve -üretmenin tüketmekten başka bir motivasyonu olmayacağına göre- (üretken) teknolojiye -yasal dayatmalarla- gani gani tüketmek için sonuna kadar yüklenerek -seksen yüz sene gibi- çok kısa bir zamanda ‘sanayi 1500.0’ ile bütün bu angaryalardan kurtulup salt bilgiye (somut sonsuzluğa) istikamet almak varken spekülasyon yüzünden hayatı rezilce bir hayvanlığa veda partisine çevirmek, çoluğunu çocuğunu bozuk para gibi namertçe harcamaktır.
Miras kalan ne? Kan davaları, fakirlik, yolsuzluk… yaz yaz bitmez.
Ya miras bırakılan?
İçine bir utanma duygusu bile eklenemeden (daha çok) kan davaları, fakirlik, yolsuzluk nokta nokta nokta.
On beş bin sene önce de çalıp çırpmayı bitirmekti B planı, şimdi de.
Tarihte sanıldığından çok daha az B planı çıkmıştır ki o da bölük pörçük.
Yakın tarihte örneğin Rusya’da ne Marksizm ne Bolşeviklik ne de konseyler B planıydı; bir adam, Lenin, B planı o idi; çünkü bir O dersini çalışıyordu.
Türkiye’de B planı ne Kuvayı Millîye ne de meclisti. Onlar da önemliydi ama rutindi. B planı yine bir adam, Atatürk’tü; çünkü bir O dersini çalışıyordu.
Batı’nın yakın tarihinde (devrim yönteminin öncülü ve müjdecisi olan) B planı, 68 Hareketi idi…
80 faşizmini milat kabul edersek -harala gürele kanunsuzca sürtmek bir plan sayılamayacağına göre- bu topraklarda hiçbir harfte hiçbir plan hiç olmadı.
Hayatta kalma içgüdüsünden başka elinde hiçbir bilgi kuvveti olmayan Türkiye derenin akıntısına kapılan bir dal parçası gibi hayatın akışında sürükleniyor.
Kendini Batı kültüründen sanan haylazlar açmış ellerini yalvarıyor piyasalara ‘muktedirimi terbiye et’ diye…
B planı piyasalar, tuzu kuru isen…
Hani Laz fıkrası dedikleri var ya onun aslı Laz’ın fıkra olmasıdır.
Öğrencilerinin dediğine bakılırsa ‘en çok yalandan nefret ediyormuş’ İnce ‘siyasetçi olmuş’…
Ayaküstü komedi yaparak oy avlarken kendisi ayaküstü komedi olmuş o burnunun direğini kıran CHP bir çöp ev, B planı dersen…
Sünniler boydan boya Peygamber’e hakaret.
Laikler külliyen Atatürk’e hakaret.
Bu nasıl bir mizah anlayışı böyle?
Ne biçim bir mutlular cehennemi?
https://yadi.sk/i/XTKnrtoY3Uw385 – (Sınıfsız Toplum Uygarlığı)
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş