İstikrarlı bir kamu düzeni, devlete olan bakış açımızı olumlu yönde etkilerken ve devleti medeniyetin ortaya çıkardığı gerekli ve faydalı bir aygıt olarak alımlamamıza yol açarken, kültürel rölativizm konusundaki ısrarın ve duygusal şiddet performansının sözde saltanatçı etkileri yüzünden devlet, bizim gözümüze kimi zaman kanımızı donduran bir canavar olarak görünmektedir.
Modern Orta Doğu tarihini ele aldığımızda, Suriye ve Irak’taki iki Baasçı rejime bakan birisi, Batı’dan ithal edilen modern devlet kurumlarının totaliter potansiyelini anlama fırsatı bulur. Modern ordular, istihbarat servisleri, gözetleme teknikleri, propaganda araçları vs… Ancak bu kurumları üreten toplumlar, aynı zamanda, katılımcı demokrasilerin gerçekleştiği parlamentoları, özgür basını, eleştirel düşünceyi, ifade özgürlüğünü, hesap verebilirliği de bu baskı ve zulüm potansiyeli olan kurumlarla beraber keşfetmiş ve bunları bir bütün olarak elde etmiştir.
Bu bağlamda, devlet aygıtının otoriter yöneticiler tarafından rehin alındığı ve aşiretlerini konuşlandırdığı örneklerin, bizi bu noktada devlet kavramına karşı körleştirmesine izin vermememiz lazım.
Cicero’nun bir devletin haklar, görevler ve işlevler dengesini sürdürme konusundaki düşüncelerini hatırlayarak[1], istikrarlı bir yönetim için, modern ya da geleneksel, demokratik ya da demokratik olmayan, zengin ya da yoksul olan herhangi bir siyasi topluluğun kendini devam ettirmek istemesi durumunda bazı temel özellikleri olması gerektiğini belirtelim.
Orta Doğu’daki devlet sistemleri ve siyasi topluluklar son yıllarda inanılmaz bir dış ve iç ayaklanmalar dizisi tarafından harap edildi. Bu durum, modern toplumlarda gözlemlenebilen demokrasi, haklar ve ödevler çizgisindeki genel eğilimlere yönelik bir istisna olarak ortaya çıkmış olan pek çok kesinliği de yok etti. Diğer bir ifade ile modern tertibat içerisinde bu modernliğin ortaya çıkardığı evrensel değerlere aykırı bir biçimde toplumların yönetilebileceğine ilişkin örnekler birer birer kendi içlerine çökmeye başladı.
Modernliğin ortaya çıkardığı küresel – makro eğilimlerden birisi, (Dünya Savaşları ya da 20. yüzyılın ortalarından bu yana) kamusal konularda karar almada halkın katılımında kademeli bir artış meydana gelmiş olmasıdır. Finansçı ağzıyla, demokratikleşme, ara sıra düzeltmeler yaşasa da uzun vadede teknik olarak artış eğilimindedir.
Romalıların dediği gibi, “Res Publica” bize modern bir dünya verdi.
Gelgelelim Orta Doğu, bu küresel harekete siyasi ve ekonomik anlamda dahil olmamış ve bunun sonucu olarak, şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir istikrarsızlık, çöküş, savaş, ekonomik kriz ve sosyal durgunluk durumları ortaya çıkararak dramatik göç hareketlerine yol açmıştır. Yani, Orta Doğu nüfusunun büyük kesimleri, bazı kültürel ve kalıtsal yatkınlıklar neticesinde zorbalık, yoksulluk, zayıflık ve “sabır”a sıkışıp kaldıkları bu durumdan kaçmaya çalışmaktadır.
https://www.youtube.com/watch?v=wEwjYb8P3YM
Öte yandan, evrensel siyasi değerlerden yüz çevirmeyen gelişmekte olan ekonomilerin yurttaşları demokrasi, bilim, teknolojik ilerleme, hukukun üstünlüğü ve vatandaşlık haklarından yararlanabilmektedirler. Orta Doğu’dan yola çıkan göçmenler bu ülkelere de ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, hoşgörülü ve kapsayıcı değerlerde gizlidir. Orta Doğu’daki kültürel rölativizmin zırvalarında da rastladığımız ve sadece kelimelerden ibaret olan hoşgörü ve kapsayıcılık kavramlarından bahsediyorum. Dürüstlüğü, otantikliği ve tek hakikate sahip bir inanç anlayışına sahip olduğunu öne süren toplumlardan kitleler halinde kopanlar, otantik olmayan standart anayasaların olduğu, hakikatin tartışılabildiği, dürüstlük ve güven ihtiyacının hukuk ve kurumsallık yoluyla elde edildiği ülkelere akın etmekte, ülkelerinin “cennet”lerini, toplumlarının “hazine”lerini ve hayatlarını riske atarak bulundukları yerleri terk etmektedirler.
Mülteci akınına uğrayan batı ülkeleri bu duruma baktıklarında;
- Filistin örneğinde olduğu gibi, Arap toplumlarının, özellikle demografik dengeden korkan ve varlıklarını paylaşmaya isteksiz olan zengin Körfez ülkeleri arasında, yerlerinden edilmiş Araplarını anlamlı bir şekilde entegre etmeleri için hiçbir girişimde bulunulmadıklarını ve
- Göç akımlarının sadece savaş ve şiddet yüzünden değil, Fas, Tunus, Cezayir, Ürdün veya Mısır gibi “barışçıl” yerlerden de geldiğini görmektedir. İnsanlar genel olarak içerisinde bulundukları durumdan kaçmaktadırlar, siyasi, ekonomik ve sosyal fırsatları bulunmamaktadır ve ümitleri yoktur.
Demokratik yaşamın temellerini reddetme ve Batıyı taklit etme konusundaki sorunlu yaklaşımlar, Orta Doğu’da sefaletin yeniden üretilmesini ciddi manada desteklemektedir. Elbette bu durum sadece dini ve kültürel unsurlara da indirgenemez… Yine de, dinin ve kültürünün bazı güncel tezahürlerinin bir şekilde gerçek İslam’ı temsil etmediğini ya da esasında gerçek İslam’a aykırı olduğunu iddia etmek de yanıltıcıdır.
Arap gazeteci Hisham Melhem, Orta Doğu’daki aşırılıkçı tezahürlerin daha derin ve daha genel bir şeyin belirtileri olarak görmekte ve Orta Doğu’nun içerisinde bulunduğu berbatlığın kolektif mülkiyetine işaret etmektedir. Melhem’e göre İslam toplulukları heterodoks bir yapıdadır. Ama bunlar aynı soy ağacına sahiptir ve hepsinin kökeninde Arap medeniyeti bulunmaktadır. Bu medeniyetin hasta vücudu, bu tür tümörler üretip durmaktadır.
[1] http://sosyal.paraanaliz.com/2018/06/12/istisna-hali/
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş