Roma İmparatorluğu’nda devlet adamı olarak görev yapmış önemli bir hukukçu olan Cicero reyiz, 2000 yıl önce, siyasi bir topluluğun hayatta kalabilmesi için sahip olması gereken vazgeçilmez hususlarla ilgili olarak kısaca şunları yazmıştı:
“Bir devlet haklar, ödevler ve işlevler arasında bir denge oluşturamadığı sürece o devlet için istikrar mümkün değildir.”
Cicero reyizin siyasi tahayyülleri evrenseldir ve 2000 yıl öncesinden bugünümüze ve hatta bugünümüzün ötesine yol göstericidir. Ancak, ne yazık ki, bu tahayyülün bizim siyasi sistemimizde bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu, küresel bir çağda evrensel ilkeler benimseyerek yurttaşlarına refah ve huzur sağlayan pek çok ülkenin/siyasi yapının bulunduğu bir zaman diliminde, ülkemizi istisnai bir konuma itmektedir.
Aha buna, “Turkish Exception” derler…
Başka bir deyişle, çağdaş Türkiye,
- Hak, ödev ve işlevler arasında bir denge oturtamamıştır. (“çalıyosa benim vergimi çalıyo” denilerek epistemik bir sarmala, arap saçına dönmüş bir problematiğe sokulmaktadır… Kurumsal-işlevsel boyuta örnek bile vermek istemiyorum…)
- Yurttaşlık kavramı üzerine anlamlı düşünceler bulunmamaktadır.
- İdari kapasitesi sorunludur. Bunun bir uzamında da, FÖŞ reyizin bahsettiği “İnkar ve Kibir” mevzusu oldukça aydınlatıcıdır. Bu idari zayıflık, siyasi iktidarı otorite kurmak için zorbalığa itmektedir. Cicero’ya göre, toplum istikrarını doğrudan etkileyen bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasi özgürlükler için asgari bir seviye gereklidir.
Bir siyasi krizdeyiz. Daha önce de benzer siyasi krizlerimiz olmuş, toplumsal dengelerimiz iyiden iyiye yitirilmiş ve anayasalarımız değişmişti. Ama bu seferki krizimiz öncekilerden farklı bir içeriğe sahip: Siyasi İslam, ne var ne yoksa içine alarak, yapısal olarak bizi dibe çekiyor…
Orta Doğu’da Arap Ligi’nin üyesi olan 5 devlet çöktü. (Libya, Suriye, Irak, Yemen, Somali) Bu ülkelerdeki hükümetler, topraklarını kontrol edememekte, temel düzeni destekleyememekte, gerekli kamu hizmetlerini tek başına temin edememektedir.
Yukarıda sayılan 5 ülke, topraklarında zorba silahlı gruplar cirit attıkları için, bugün sadece isim olarak vardırlar. Buradaki yaşam, Thomas Hobbes’un toplumsal sözleşme öncesi “state of nature”ındaki gibi kaba, saba ve kısacıktır.
Etrafımızdaki tüm ülkelerde kitlesel huzursuz var. Daha iyi bir yaşam için filizlenen demokrasi arzusu, dönüp dolaşıp bir başka otokraside son buluyor. Acımasız ve çözümsüz bir kavga içerisinde kıvranıp duruyorlar. Şiddet artıyor, ardından da artmış olan şiddet normalleşiyor. Halklar, kendi ülkelerinde mülteci konuma düşüyorlar.
Körfezdeki Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ gibi petro-dolar destekli otokrasiler şimdilik istikrarlı görünüyor. Şimdilik… Bu ülkelerde, dini aşırılıklar, rantlar, ithal edilmiş emek ve yabancı askeri koruma üzerine kurulmuş bir sosyoekonomik modelin dayanıklılığı ciddi şüpheler barındırmaktadır. Ha bi de, siyasi yapı itibariyle bu ülkelere benzeyen Kuveyt’in işgalini hatırlayalım… Bunlar, çok farklı çöküş senaryolarına gebedir…
Tekrar kendimize dönecek olursak, şu an için bu ülkelere kıyasla normal olduğumuzu düşünebiliriz fakat oldukça önemli bir yönetişim sorunumuz var. Sorunlarımız bizi çevreleyen ülkeler kadar ağır ve içinden çıkılamaz olmamakla beraber tüm gerçekliği ortada durmakta ve giderek yapıların detaylarına sirayet etmektedir.
Bir gün bizim için de her şey bitebilir. Giderek daha muğlak, istikrarsız, bölünmüş ve gerek iktidarın gerekse de muhalefetin aşırılıkları ile yönlendirilen bir durumda bulabiliriz kendimizi…
Öte yandan, modernitenin gereksinimlerini ya da yükümlülüklerini karşılayamayan bir toplumda yaşıyoruz.
- Eleştirel düşünce,
- Usçuluk,
- Sorumluluk
Bunların hiçbirisini toplum kabul etmiyor. Daha fazla kayrılma ve daha fazla korunma karşılığında daha fazla itaat mübadele ediliyor. Ve kaynaklarını akılcı ve sorumlu biçimde kullanmayı öğrenememiş bir toplumdaki bu sağlıksız mübadele zemini eninde sonunda kan gölüne dönecektir…
İslam, ne yazık ki sadece bir din değil; aynı zamanda toplumu kuşatan bir bütüncüllüktür. Meşruluğunu kutsallıktan alan ve özünde değişmez yasalara sahip olan bir politik ve sosyal sistemdir. İslam’ın bütünlüğü ve bölünmezliği konusunda ciddi bir ısrar bulunmaktadır. İslam’ın, Müslümanların eylemlerinin ve düşüncelerinin her yönünü belirlemesi gerektiği ve onun özünü oluşturduğu düşünülmektedir.
Bu noktada, İslam özür dileyip tarih sahnesinden çekilsin diyemeyiz, çünkü kültürel sorunlar dünyanın her yerinde, İslam’dan farklı inanç sistemleri dolayısıyla da karşımıza çıkabilmektedir.
Gel gör ki, aydınlanma da totaliterdir. Zihnimizin en uç noktalarına kadar sirayet eder. Her şey eleştiriye tabiidir. Akıl, dünyayı anlamak için en temel araçtır. Her insan, kendi kaderinden bir ölçüde sorumludur. Aydınlanma insana kendinin efendisi olmayı dayatır… Dünyayı insanın tedirgin olduğu gizlerden kurtarır… Beraberinde getirdiği teknik ile birlikte demokratik bir düzen kurar… Her şeyin piyasanın yüzeyinde sürüklenen anlama tutunmasını sağlar…
Aydınlanma ve geleneklerimiz, bu iki totaliter yapı birbiriyle sürekli çarpışmaktadır. Aralarında her türlü toplumsal alana sirayet eden büyük bir rekabet bulunmaktadır. Bu ikilik (gelenek-modern ya da inanç-aydınlanma ikilikleri) karmaşık süreçler ihtiva etmektedir. Farklı sorunların üst üste binerek büyüdüğü süreçlerdir bunlar…
Görüldüğü kadarıyla, bu çarpışmanın galibi olan aydınlanma hiçbir zafer narası atmadan, dipten ve mütevazı bir seyir içerisinde kendi gerçeğini çeşitli durumlar meydana getirerek ortaya koymaktadır. Mevcut ontolojimiz, aydınlanmanın epistemik hamleleriyle her geçen gün bir yenilgiye daha maruz kalmaktadır. Aydınlanma, geleneklerimize yaslanarak yaptığımız her ölümcül hatada bir kuşatma olarak üzerimize gelmektedir. Ama ortada bir komplo falan yok; içerisinde bulunduğumuz durum kendi zayıflığımız yüzünden kendi kendimize dayattığımız bir yenilgi… Bu iktidarsızlık hepimizin; hem halkın hem de yönetenlerin…
İster beğenelim ister beğenmeyelim, aydınlanmanın küresel tahakkümü altındayız. Artık bu küresel çağda, gerçek ya da hayal edilmiş olan geçmiş zaferlere ve eskimiş ihtişamlara (!) bakılmaksızın günümüz şartlarına uyum sağlamamız gerekmektedir.
Bana öyle geliyor ki, olup bitenler ve bir sonrakini doğuracak olan gelişmeler, hem savaşın uzun olacağına dair bir işaret hem de basiretsizliğimizin kanıtları olacak…
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş