Her gün yollarını arşınladığımız, kıyısında köşesinde barındığımız, orasında burasında sürttüğümüz, varoluşumuzun mekânı şehirlerimiz, gecekondu, yarı-gecekondu ve süper gecekondu olarak evrim geçiriyor.
Artık kent çağında yaşayan insanlarız. Kent bizim için her şey demek; biz onu tüketiriz o da bizi… Ve biz onu yüceltiriz… Bu varoluş mekanımıza ilişkin karmaşık duygular içerisindeyiz. Kentsel dönüşüm patırtısı içerisindeki yarı-gecekondu şehirlerimize bakarken insanın zihni düşünceye dalıyor. Bir yer nasıl olur da hem böyle çirkin, hem vahşi, hem de böyle arzu edilir olur?
Gecekondu imgesini bizim için varoluşsal yapan nedir? Biz haraç verip, yasadışı yaşam sürdürmeye çalışan organizmalarız… Altyapısı berbat konutlarda, aşırı kalabalık, hastalık ve yoksulluk içerisindeyiz. Yola gelmez, vahşi (ve giderek daha fazla vahşileşen) bir toplumsal tortu içerisinde çürüyoruz adeta… Viktorya dönemi edebiyatının satır aralarında bulabileceğiniz türden ürpertici hikayelere şahsen tanık oluyoruz.
Dün, bütün gün yağan yağmurun bile temizlemeye gücü yetmediği pis sokaklarımız, boğazına kadar suç ortaklığına gömülmüş kalabalığımız bizim özetimiz…
Gelgelelim, burada yaşamak tüm bu berbatlığa rağmen bedava değil… Sürekli olarak para harcamak zorundayız… Sürekli para kazanmak, bunun için de… Sıradan insanın sessiz direnişi söz konusudur bu ekonomide… Haklarından mahrum kalmış kişiler, yaşama tutunmak için bu mücadelede gizli bir saldırganlık barındırırlar bünyelerine…
Üçüncü dünya şehirlerinin en temel işlevlerinden birisi, insan çöplüğü olmalarıdır. Vasıfsız insan yığınları ve istenmeyen göçmenlerin biriktiği çöp mahallelerinde oluşur şehirler… Her yerde çer çöp, kaldırım kenarlarında ve üstlerinde araba yığınları, korna sesi, hır gür ve her yağmurda geri tepen kanalizasyon suları…
Su katılmamış kapitalizm yüzüne bakılmayacak kadar kötü bir şey olsa da, cahil ve yoz bir toplumsal yığın ondan da kötü… Böyle durumlarda ıslah edilecek bir şey var mı ki diye soruyor insan kendine… Ülke bir suç, hastalık ve çaresizlik yurduna döndü demek de; bunun tam zıddı olarak, ülkece başımızın çaresine bakabiliriz, gönül rahatlığı ile kendi halimizde düzlüğe çıkarız demek de aynı derece aptalca geliyor kulağa…
Demokratikleşme, kendi işini kendin görme, toplumsal sermaye ve sivil toplumun potansiyellerine ilişkin retoriğin fiiliyatı bana geleneksel adam kayırmacılığı çağrıştırıyor. Siyasi partilerin hamilik ettiği toplumsal fikirler, liderlerin saflarına katılmak dışında bir çare üretemiyor. Bağımsız ve demokratik örgütlenme potansiyelleri abartılarak halk aktivizminin seferberlik özelliği kaybediliyor, düzenimize adam kayırmacılığın yeni biçimleri yerleştiriliyor.
Seçimler de düdüklü tencerenin düdüğü gibi, ortamın fazla ısınmasını önlüyor. Seçim için yarışanlar, her şeyi mubah görerek bol keseden atıp tutarken, piyasa güçleri tarafından itildiğimiz yoksul yaşamlarımız derinleştikçe derinleşiyor…
Muzmin Bezgin
Kabız olmuş şiştikçe şişen,patlasa pisliğinde boğulacak ama tartıya çıkıp “bak ne kadar kocaman olmuşum bir ton olmuşum şükürler olsun” diyen biri canlandı gözümde.Kaleminize sağlık Eregion.
Eregion Horl
Gözlerinize sağlık, dostum..
:)))