“Eğitimli Cehalet”
Aklın azlığı ya da yokluğu ile ilgili değildir kesinlikle hödüklük, kıçı açık olduğu halde böbürlenerek çalım satmaktır.
Hödüklük -yöntemin ilk evresi uyarınca soyutlama (beyin fırtınası) sürecinde işleyebilmek için veri elde etmenin tek aracı olan- ‘algı sistemi’ olgusunu -eğitim öğretim, sosyal baskı araçları, askerlik vb. (öz iradeyi yıkıcı) kötücül yöntemlerle- mutasyona uğratarak ‘at gözlüğü’ benzeri bir ucube mutant yaratığına dönüştüren bir tuhaf bir uyuşturucu etkisi ile benzerlik gösterir.
Örneğin matematiksel bilimler[1] ile ilgilenen dev akıllar, algılanması en zor fenomenlerin peşine düşüp en karmaşık tanım ve formüllerini kısmen veya tümüyle geliştirebilir, ama alışveriş gibi -sadece toplama ve çıkarma işleminden (yani, çarpım tablosu öncesi ilkokul birinci sınıf matematiğinden) ibaret- kolayın da kolayı (düz) bir matematiksel eşitliğin geçişme hareketlerine (-üretken- yaratıcılık istikametinde) olsun da bir satır bir kafa yoramazlar.
At gözlüğü benzeri bir ucube mutant, bir hilkat garibesine dönüştürülen algı sisteminin darlığına ve dolayısıyla eksik veya kötücül yaratıcılığa neden olan bir tuhaf bir uyuşturucu etkisi (yani -İslam terminolojisiyle- aklın kısmen veya tümden örtülmesi) olarak “eğitimli” hödüklüğe daha net ve çarpıcı bir örnek vermek gerekirse gene ilgili dev akıllar, süreyi daha incelikli ölçebilmek için atom saatini[2] akıl edip geliştirebiliyorlar ama -hiç de öyle dev bir akıl gerektirmeyen- metaın nicel ölçümünün (yani -o da bir ‘birimli sayı’[3] olan- ‘fiyat’ olgusunun) -bırakalım inceliğini- doğruluğuna yanlışlığına bile olsun da bir gıdım bir kafa yoramıyorlar; daha doğrusu ‘ücret’ (ve fiyat) kafalarında ‘yasak şehir’ olarak mühürlendiği için -kafa yormak ne demek- bir küçük bir göz ucuyla bile bakamıyorlar.
İş ekonomiye gelince o dev akıllar -çizgi filmlerdeki gibi- bir anda bir öküze dönüşüveriyorlar (Nazilerin yaptığına benzer şekilde -hiçbir savunması olmayan gencecik- iradelerin, hoyratça hırpalandığı ve karakterlerinin -amfi denilen- gaz odalarında insafsızca yakıldığı o -sözüm ona- ‘evrensel kent’ denilen toplama kamplarında) çünkü ekonomiyi ‘çuhçuh’ diye mıhlamışlar kafalarına.
Bıktırıcı olma pahasına tekrar etmek gerekirse bir dünya ölçü sistemini en yüksek başarımla kullanarak bir dünya niceliğin inceden inceye ölçümünü başarabilmesi sayesinde fezaya çıkabiliyor ama (kirli suyun katman katman süzülerek temizlenmesi gibi aynı) tarihsel süreçlerde süzüle süzüle mitolojilerden bir bir arınarak en sonu kendi gerçeğine evrimleşip -acıtacak denli göze batarcasına- ortaya serilen para sisteminin de bir ölçü (yani, birimli sayı) sistemi olduğunu bir türlü göremiyorlar.
Peki ama neden?
Bir düşünün: dosdoğru istikbale çıkan sonsuz şeritli dümdüz bir otoban; nasıl olur da görülemez?
Cevap o kadar basit ki, yerde ve gökte hiçbir şey bundan daha basit olamaz: çünkü (bir tikel olarak kendisi de bir ‘kapasite ve bir ‘limit’ olan) iki ayaklı memeli (otoban metaforundaki) istikbale arkasını dönmüş, gözleri (algı sistemi) tam tersi istikamete kilitlenmiş durumdadır.
Şöyle bir başını kıpırdatıp şöyle bir göz ucuyla baksa gözünden kaçması imkânsız, ama o dev akıllar bile (balta girmemiş orman metaforundaki) sürü yaşamında (sınıflı toplumda) -bir avcı irade olarak- bir iz, bir keçi yolu aramaktan başını kaldıramıyor bir türlü.
Kıtlıktan (cengelden, sürü yaşamından) çıkamamış genleri bırakmıyor yakasını; öyle kuvvetle çekiyor ki (aman vermez bir asalaktan farksız) avcı genleri, kafasını bile kıpırdatamıyor iki ayaklı memeli.
Haliyle iki ayaklı memelinin kıçından da haberi yok.
Başından beri mesele hep buydu: iki ayaklı memelinin kıçı hep açıktı.
Peygamberler ve filozoflar hep iki ayaklı memeliye kıçının açık olduğunu anlatmaya çalıştılar ve fırsat yakalayabilenler (iki ayaklı memeliye rağmen) iki ayaklı memelinin kıçını örtebilmek için iyi kötü uğraş verdiler; ama heyhat, kutsal olsun olmasın birçok kitapta -ve hatta yazılı kültür gelişmeden çok önce (sözlü destanlara yansıdığı üzere) kabile bilgelerince- tekrar tekrar vurgulanan en basit (gerçek) üstünlükleri başarmanın henüz daha iki ayaklı memeli çok uzağında. – Hem de -daha kötüsü- gerçek üstünlükleri güvenlik açığı olarak görüyor ve kimi durumlarda bu insani eğilimleri hedef alarak birbirini avlamaya çalışıyor.
Dev akıllar algoritmalara taklalar attırıp atomu bölebiliyor, fezaya çıkabiliyor ve Mars’a gitmek de dahil şimdilik hayalini kurduğu bir sürü şeyi daha başarabilecek; ama yerde de gökte de hep kıçı açık dolaşacak.
Herkesçe bilinen NASA ve Pentagon isimli iki kurumu ele alalım:
‘İnsan ve maymun rolleri verilecek olsa hangisine hangi rol daha yakışır?’ sorusunun cevabı malumdur.
Peki, şimdi de şöyle bir soruya cevap arayalım:
NASA ve Pentagon, bu ikisinden kim kime biat ediyor?
Maymun (yani -avcı iradeyi temsil eden- Pentagon) mu insana (yani -yaratıcı iradeyi temsil eden- NASA kurumuna) biat ediyor, yoksa tam tersi mi?
Hem çok lezzetli, ayrıca besin değeri çok yüksek, üstelik çok eğlenceli bir içecek olan limonataya uyuşturucu karıştırmak nasıl ki -onu içenin aklını ve iradesini çökerten- bir tuzaktır, kırık dökük verileri şöyle böyle varsayımlarla zenginleştirip kocaman mitolojilere dönüştürerek hiçbir savunması olmayan çocuklara ‘teori’ diye yutturmak da -uyuşturucu etkisiyle aklı sersemletip istikameti şaşırtan- aynen öyle bir tuzaktır.
Soyutlama (beyin fırtınası) sürecinin mutlak üretim girdisi olan kavramların -yapabildikleri kadar- içini boşaltıp o oranda içine (uyuşturucu etkisindeki) hurafeleri tıkayarak eğitim öğretim sürecinde (hurafelerle bulamaç olmuş -ilaçlı gazozdan farksız- o kavramları) aynen hap gibi yutturuyorlar.[4] Daha doğrusu iki ayaklı memeli havada kapıyor – yeter ki hurafe olsun.
Gelecekte (bir tuhaf bir hilkat garibesine benzeyen) fantastik bir maymun heykeli yapılacak, bir de bizim iki ayaklı memeli heykeli: maymun (cahillere özgü) kibirli bir sırıtış ve kendinden emin bir pozla küçümseyerek bakıyor olacak; iki ayaklı memelinin yüzü ve mimikleri ise görülemeyecek, çünkü o maymunun ayaklarının dibinde secde ediyor olacak.
İşte o heykellere tam da bu çağın adı verilecek. Tarih.
—————————————————-
[1] Kişisellikle uzak yakın ilgisi olmadığı halde tek kullanım alanı ‘kişisel gelişim’ tezgâhı olan sosyal bilimler açıkça ağzı kalabalık hokkabazların elinde (minimal putperestlikte) heder olmaktadır. Maksimal putperestlik ise -Mars’a gitmek, atom altı atraksiyonlar yaşamak örtüsü altında- tamamen matematiksel bilimler tarafından işletilmektedir.
‘Yöntem’ demek basitçe ‘sıralı kurallar’ demektir ve putperestliğin (mitolojinin) hayattaki karşılığı (kısmen veya tümden) yöntemi şaşırmaktır; yani önceliğini bilememek, bir türlü bulamamaktır.
Bilimsellik içeren süreç ve ürünler ne kadar başarılı olsa da işlevi eğer -asıl yaşamsal ihtiyaç olan- öncelikli sorunu saklamak için toplumu oyalamak olur ise işte o putperestlik olur. Örneğin ‘şu yayladaki su, şu hastalığa iyi geliyor’ demek, söz konusu hastaların tedavi yöntemini şaşırtıp oyaladığı (yani, su iken ilaç tanımı yapıldığı) için -o su dünyanın en kaliteli suyu (ve hatta hastalığın iyileşmesine bir etkisi) olsa bile- artık bir put işlevi görür; nimetken güzelim su hurafe olur. Eski moda orijinal putlar da eğer put olmasalar ya da kırılıp atılmasalardı şimdi zaten (özel fanuslarda korunan) kıymetli sanat ve tarih ürünleri olur; üstüne çeşitli okumalar yapılır, azımsanmayacak faydalar sağlanırdı.
Putperestlik öyle bir tuzaklar içinde tuzaklar labirentidir ki (örneğin muska olarak) kapıdan kovsan (örneğin pozitif enerji yayıcı taş olarak) pencereden girer, (örneğin üfürükçülük olarak) çatıdan atsan (örneğin yoga olarak) bacadan girer, (örneğin pişmiş çamur olarak) toprağa gömsen (örneğin sidikli star olarak) kuburdan çıkar…
Bütün bir cehalet gibi put olgusu da hariçle (nesnellikle) değil -bütün illüzyonlar gibi- bir sanrı olarak bütünüyle dahille (öznellikle) ilgilidir ve bireysel veya toplumsal önceliğini (yani, yöntemi) şaşırtır. Örneğin -bütün bir tarih boyunca ve şimdi- iki ayaklı memelinin önceliği ne Mars’a gitmek ne de atom altının bilgisini açığa çıkarıp geliştirmek, ne şu bu matematik problemlerini çözmek ne de fezada yaşam bulmak vs. değildir (bunlar da tabii ki -sırası geldiğinde- hayati önemdedir ama) tüm bir (henüz yerinde yeller esen) ‘insanlığın aklı’ için asıl -hayat memat meselesi olan- öncelik: birincisi, fakirliği bir daha dirilemeyecek şekilde son hücresine kadar tepeleyip dinozorların yanına defnetmek ve ikincisi, evrensel hukuk istikametinde ve bireysel özerklik ilkesi temelinde kimsenin kimseyi yenemediği (yani, göreceliğin iz sürücülüğünde zayıfın yasalarla güçlendirildiği ve -kişi veya kurum- güçlünün yine yasalarla sınırlandırıldığı yenişemeyenlerden oluşan) üstün bir sosyal yapı kurabilmektir. – Yine -yukarıdaki örnekle bağlantılı- güçlü bir örnek olarak: (istikameti salt iktidar olan) ‘demokrasi’ olgusu, (istikameti salt -irili ufaklı bütün bir- iktidarı baskılayıp sınırlamak olan) ‘hukuk’ kavramını gölgeler ve böylece ‘demokrasi’ olgusu, öncelikli sorunsalı şaşırtan bir put işlevi görür; oysa hukuksal işleyişte makul bir başarı sağlanamadığı sürece demokrasi sürecindeki dalgalanmalar yıkıcı diktatörlüklerden yıkıcı otorite boşluklarına kadar çok geniş bir yelpazede savrulup durur, örnekler bariz ve çoktur. – Türkiye yerelinde daha basit bir örnek vermek gerekirse (hayati) öncelik kesinlikle ‘kentsel dönüşüm’ değildir, hiçbir ‘dönüşüm’ kaygısı gözetmeyen bir (medeni) komünal seferberlikle (önce) yıkılmaz binalar inşa etmektir; yoksa aksi takdirde bundan sonraki her ölümcül felaket (yetişkinler birbirini umursamasa dahi) bir ‘bebek ve çocuk katliamı’ olarak (nesnel) tarihe işlenecektir.
İster ümmi ister allame ya da ister küçük bir büfe ister dev bir holding veya ister küçük bir kabile ister en kapsamlı uygarlık olsun -gücü, boyutları ve kapsamı- hiç fark etmez, bir kez batağa saplandıktan sonra dünya denilen ekosistem artık bir ‘bataklık’ ve hayat denilen eylemlilik ise badema ‘çırpınmak’ fiilinden ibaret olur – buna ‘ölümcül sarmal’ denir. Şimdi (dört bir yan) ve tarih ve (dinozorları da kapsayan) tarih öncesi (kısaca tüm geçmiş zamanlar) salt bu örneklerle dolup taşmaktadır.
[2] Kol saati birkaç ayda 1 saniye sapma gösterirken sezyum atomundan yapılan saat birkaç yüzyılda 1 saniye sapma gösterir.
[3] Nitelik de ölçülür ama kesinlikle birimli bir sayı ile ifade edilemez ve hatta nitelik ölçümleri kesinlikle gerçeği yansıtamaz. Örneğin bir öğrencinin notu (o da kesin olmamakla birlikte bir fikir vermenin ötesinde) hiçbir biçimde o öğrencinin gerçek kalitesini yansıtamaz.
Oysa konusu nicelik olan bütün ölçü sistemleri bir ‘birimli sayı’ sistemidir.
[4] Marks gibi dev bir akıl bile ‘hukuk’ kavramı ile ‘kanun’ terimini birbirinden ayıramamıştır. O yüzden Marksizm’de yöntem, yöntemi reddetmek olmuştur. Yoksunluk krizi etkisi altındaki köylü devrimcilerin fantezilerini süslemekten (‘para çıksa’ hayali kurdurtan piyango bileti gibi ‘tanrı kral olsam’ hayalini kurdurtmaktan) öte bir etki oluşturamadığı gibi iktidara ulaşabilenler -yöntem, yöntemi reddetmek olduğu için- liberalizmin çok çok gerilerine, ta (keyfiliğin dört bir yanı tuttuğu) tanrı kralların çağına (diyalektiğe aykırı olarak) geri yuvarlanmış ve (-tek gerçek mülkiyet- iktidar) bir kişiden başkasına (topluma) yar olamadığı için Marksist sistemler öylece çırpınarak dökülüvermişler ya da (diyalektiğin dayatmasıyla) dümeni ufak ufak tekrar kapitalizme büküvermişlerdir.
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş