Türkiye 2002’den bu yana hızlı bir yabancı para borçlanması içindeydi. Bunun büyük faydaları da oldu. Öncelikle özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları ile beraber götürüldüğünde (bunların büyük zararlarını bir an konu dışı bırakırsak) 2001 krizi sonrası neredeyse tıkanma noktasına gelen kamu borçları ve bütçe açığı bu yolla normalleştirildi. Özetle devlet değil özel sektör borçlandı; TL değil daha çok ucuza döviz ile borçlandı. Giren döviz başlarda TL’nin değerlenmesine yol açtığından milli gelir kağıt üstünde yabancı para cinsinden hızlı artmış göründü. Bu ise daha da fazla borçlanma imkanları yarattı. Uluslararası mali ortam buna imkan veriyordu. Bu yöntem aynı zamanda AKP’nin iktidarını sağlamlaştırmaya da yaradı. 2008’in öncü depremi olan 2006-7 küresel mali sistemde görülen çalkantıdan sonra işin tadı biraz kaçtı. 2008 krizi uzun vadeli bir depresyona evrilmesin diye iyice gevşetilen uluslararası likidite koşulları Türkiye’ye yeniden borçlanma imkanı yarattı 2007’den geçen seneye kadar Türkiye Çin’den sonra en hızlı borçlanan ülkeydi. 2013 ortası Fed Başkanı Bernanke’nin Fed bilançosunu daha fazla büyütmeme kararı başta TL pek çok “gelişen ülke” paralarına değer kaybettirdi. Uluslararası uygun likidite koşulları 2013’ten sonra da sürmesine rağmen, artık Türkiye açısından ne 2002-2007’nin ultra rahat koşulları, ne 2009-2013 arası nispeten rahat borçlanma koşulları mevcut. 2014’ten 2018’e kadar borçlanma imkanları arada “error” verse de hala çok elverişli, fakat riskler, özellikle de kur riski eskiye göre aşırı derecede yükseldi.
Bir başka sorun da Türkiye’nin Batı bloku, özellikle de ABD ile olan ilişkilerindeki limonilik… Kimi iktidar yanlısı komplosever gazeteciler ABD ile bir savaştan bile bahseder oldu. Ne diyelim “Allah aptal dost vereceğine, hiç değilse akıllı düşman versin!” Elbette uluslararası mali sistem bir emir komuta mekanizmasıyla yürümüyor ama büyük finans-kapital şirketlerin dev bankaların bağlı ya da yakın ilişkide oldukları devletlerden hiç etkilenmediğine inanmak için süzme salak olmak lazım. Yani olmaz ama, ABD’nin Türkiye ile bir çatışma içine girme kararı alması durumunda bomba filan kullanmayacağı ama Türkiye’nin borçlarını yenilenmesi konusunda memnuniyetsiz olacağını finans kurumlarına fısıldamayı tercih edeceğini tahmin etmek zor değil. Bunun etkisi şimdiki durumda çok daha büyük ve olumsuz olacaktır çünkü. Üstelik bu öyle bir silah ki, hem el altından yapılabilir, hem de dozu, şiddeti ayarlanabilir.
Salak kalemşörlerinin tersine AKP yönetimi herhalde tüm bunların farkında. Geç kalmış olmakla birlikte döviz kredisinin yaratacağı riskleri hiç olmazsa bir nebze sınırlandırmaya yönelik tedbirleri bir süredir almaya çalışıyor. Bütün bir 2017 bunun tartışılması ile geçtikten sonra nihayet geçenlerde bunun ilk adımı atıldı. 25 Ocak günü Türkiye’de yerleşik kişilerin eğer döviz gelirleri yoksa yurt içi veya yurtdışından dövizle borçlanamayacağı; döviz geliri olanların da ancak yıllık döviz gelirlerinin 3 katı kadar borçlanacağına ilişkin düzenleme yasalaştı ve böylece değiştirilmiş 32 Sayılı Kanun’un yeni hali resmi gazetede yayımlandı. Bu düzenleme 2 mayıstan sonra açılacak krediler için uygulanacak ve o tarihte döviz borcu15 milyon doların altında kalanlar için geçerli. Yani büyük borçlu şirketler hariç tutuldu şimdilik. Bu konuyla ilgili Resmi Gazete’de yayımlanan kanun değişikliğine şuradan ulaşabilirsiniz:
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/01/20180125.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/01/20180125.htm
Bu kanunda yine başka istisnalar getirildiğini ve kanun metninde bunları da bulacağınızı da eklemiş olayım.
Olası bir borç krizi ihtimalini azaltmaya yönelik çalışmalar bununla da kalmıyor. Devlet bir süredir bankacılık sistemi ile birlikte en çok döviz borçlusu olan şirketler başta olmak üzere tüm döviz borçlusu şirketlerin bir envanterini çıkarıyor. Değişen 32 sayılı kanun daha çok KOBİ’lere yönelik. İlk anda yapılan tahminler- ki anlaşılan önceden yapılmış söz konusu envantere dayanıyor- bu kanun değişikliğinin 23 bin küçük ve orta boy işletmeyi etkileyeceği şeklinde. TCMB henüz açıklamamış olmakla beraber döviz borcunun %23’ünün 110 şirkete ait olduğunu gösteren bir çalışma da yapmış. Onlar ve diğer büyüklerle ilgili ne tür tedbirler düşünüldüğünü ise bugün Mehmet Şimşek biraz daha açtı. Esasen geçtiğimiz günlerde bu şirketleri de borçlarını hedge etmeye veya kapatmaya yönelik kimi zorlamalar/teşvikler içeren bir düzenlemeden söz etmişti. Şimşek AA’na bugün (28 Ocak) yaptığı açıklamada şunları söylemiş:
“Bağımsız denetimi de içerecek şekilde tasarlanan sürecin teknik alt yapı çalışmaları bitmek üzere. Elde edilen veriler ayrıntılı ve çok boyutlu analizler yapılmasına zemin oluşturacak. 15 milyon dolar üzerinde döviz borcu bulunan 2 bin 118 şirket için veri tabanı ve düzenleme çalışmalarını bu yılın ilk yarısında tamamlayacağız. (…) Risklerin zamanlı ve detaylı tespiti kadar risk yönetim anlayışının yerleşmesi, risk yönetim araçlarının standardize edilerek yaygınlaştırılması ve maliyetlerin iyileştirilmesi, çalışmamızın önemli bileşenlerini oluşturuyor. Mevzuat çerçevesi kadar uygulamayı da planlıyoruz. Bu yönüyle örnek teşkil edecek kapsamlı bir çalışma yürütüldüğünü söyleyebilirim. Kur riski yönetimi ile hem mevzuat çerçevesi hem de uygulamaya yönelik atılacak adımlarla örnek teşkil edecek bir yapısal reformu hayata geçirmiş olacağız.”
Şimşek iki gün önce de NTV’de benzer görüşleri ifade edip, büyük ölçekli yaklaşık 2,118 şirket için, “Getirdiğimiz finansal sınırlamalara ilaveten sadece finansal piyasalarda hedge yapma, kendilerini korumaya alma veya sigorta yaptırma gibi bir seçeneği sunacağız” demişti.
KAŞ YAPAYIM DERKEN GÖZ ÇIKARMASAK!
Bu tedbirler meselemizi çözecek mi? Ya da ilk anda görüldüğü kadar akıllıca mı? İşte orası tartışılır. Döviz borçlanan firmaların belli bir envanterinin çıkarılması elbette iyi; bugüne kadar bunun yapılmamış olması ise hayret edilecek bir şey. Öte yandan şu son yıllarda hükümetin gerek siyasi, gerek ekonomik alanda yaptığı kimi uygulamalar fena halde yasakçı bir görünüm sergiliyor. Bu önlemlerin de aynı paldır küldür yaklaşımla yapılması serbest ekonomiye aykırılık ve hatta bir cins fişlenme olarak algılanabilir. Bunun içeride ve bilhassa yurt dışında olumsuz etkileri olabilir.
Bir de işin geç kalmışlık boyutu var. 32 Sayılı Kanun değişikliği mayıs sonrasındaki kredileri etkiliyor; şimdikileri ancak vadeleri bittiğinde etkileyecek. Şimşek’in açıklamalarına bakılacak olursa asıl risk teşkil eden ve döviz borçlarının %80’ini oluşturan asıl büyükler için tedbirin yasalaşmasına da nereden bakılsa daha 6 ay var. Onlar için de bir uyum süreci bırakılacağını tahmin edersek iş yıl sonuna kadar uzayabilir.
Sonuçta AKP hele de 2019 seçimlerini hesaba katacak olursak 208’de bir likidite kazasına uğratabilecek kimi cezri tedbirlere çok hevesli olmayabilir. 20182in muhtemelen küresel likidite bolluğunun son senesi olması kuvvetle muhtemelken… Su akarken doldurmak lazım, öyle değil mi ya!
Diyelim ki hükümet bu konuda çok katı prensiplerle ve gayet tedbirli davrandı ve söz verdiği uygulamaları yasalaştırdı. İşe yarayacak mı? Önce bir daha vurgulayalım, bu tedbirler zaten çok yüksek olan geçmiş borçlara yönelik bir çare getirmiyor. Sonra sevgili dostum Atilla Yeşilada’nın Twitter’da vurguladığı gibi zaten –bana kalırsa mecbur kalanlar hariç- artık kimse pek döviz kredisi almak istemiyor.
Ayrıca önceki akşam Twitter’da bu konuyla ilgili paylaştığım tweet’i burada da nakledeyim:
“Döviz borçlanması bir bakıma dövizde açık/kısa pozisyondur. Hedge’i uzun pozisyon almak. Döviz borcunu azaltmak da buna benzer. Hepsinin ortak sonucu döviz talebinin artışı. 2018 ilk yarısı henüz sıcak para gelirken çok tehlikeli değil. Sonrasında bu önlemin kendisi kriz nedeni.”
Son olarak, bu düzenlemelerin döviz borçlanmasını önlemeyeceğini, sadece finans dışı şirketler kesiminin döviz borçlanmasını bir ölçüde frenleyeceğini belirtmek gerekiyor. Olacak olan, bankaların eskisine göre -yapabildikleri kadar- daha fazla dövizle borçlanıp, sonra bunu TL’ye çevirip içeride şirketlere vermeleri olacak. Bu durum evvelce de büyük çapta yapılıyordu. Müstakbel düzenleme olsa olsa durduk yerde şirketlerin ortalama kredi maliyetini arttırmaktan başka bir işe yaramayabilir. Bu da zaten yüksek/yükselen faiz maliyetlerini daha da kötüleştirecektir.
Bu işin bankacılık sektörüne (hem kredi marjı/hem hedge satışı vb yoluyla) yeni kâr olanakları getirmesi mümkünse de bir bütün olarak ülke için ne gibi bir verimlilik sağlayacağı çok tartışılmalı.
Bundan birkaç sene evvel ve daha tedrici, daha az yasal zorlama-daha çok ekonomik teşviklerle yapılmaya başlasa gerçekten hayli faydalı olacak benzer amaçlı düzenlemelerin böyle apar topar ve yanlış araçlarla yapılması çıkması o kadar da yüksek bir ihtimal olmayan bir krizin yaratılmasına ekstradan katkı yaratabilir. Unutmayalım ki 1994 krizi de hükümetin durduk yerde bir dizi yanlış ve zorlayıcı kararı sonucu neredeyse hiç yoktan çıkmıştı.
Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım!
Kuzey Çelebi
1994 Krizinde öğrenciydim,çok gençtim fakat piyasalara olan ilgim nedeniyle o günleri hatırlıyorum.
Hazine merkez bankasından borçlanıyordu. Rantiyeci sözleri etrafda kol geziyordu. Yönetici kadro faiz vermeyeceğiz dedi ve bazı ihaleleri pas geçti. Buna karşılık piyasada dövize geçip tepkisini gösterdi. Yani ” piyasanın sopası” olayı gerçekleşmişti.
inşallah yanlış bilmiyorumdur.
Eregion Horl
Ben hükümetimize güveniyorum; kaş yapayım derken göz çıkaracağına inancım tam…
Selim Akgün
Evet, vurguladığınız gibi çok geç kalındı.
Artı; kamunun sanki çok mu döviz geliri vardı da, araç-yolcu-hasta garantili projelerin hasılatını dövize endeksledi?!
inter media
Bankalara karşı firmalar olarak döviz kredisi kullanımı ile tl oranlarına karşı pazarlık imkanı vardı. TL’ de hali hazırda toplam maliyette yıllık %20 oranlara gelmiş durumdayız. Hanehalkı tl mevduatı azaltıp usd mevduat tutuyor. Bütün bankalar TL yok diye diye hızla faizi artıracaklar…yüzde %5 dolar varken %25 ile tl kullandıracaklar…