Dün akşam FÖŞ’ün (21 Nisan 2017 tarihli ve Başkanlık ve yeni kalkınma modeli başlıklı) yazısını okuyunca aklıma bir kavram geldi: Karl Polanyi’nin “Çifte Hareket” olarak isimlendirdiği mefhum…
Bu kavram ile Polanyi piyasa ekonomisinin uygulanabilmesi için ilk önce piyasa toplumu olunması gerektiğini vurgulamıştır. Diğer bir ifade ile “laissez faire”yi pasif toplumlara empoze ederek bir ekonomi meydana getirmek çok zordur. (aslında imkansızdır…) Bunda ısrarcı olunursa, büyük sosyal ve ekonomik çalkantılar için zemin hazırlanmaktadır. Kısaca Polanyi’ye göre, toplum ekonomiyi tüm kalbiyle ve kendisini oluşturan tüm kurumlarla (eğitim, iş dünyası, hukuk, sağlık, bankacılık, üniversiteler vs…) yani ‘çifte hareketle’ kucaklamalıdır.
FÖŞ’ün yazısındaki tespite göre, mevcut iktidar oligarşisi “ideolojik olarak siyasallaşmış ve kimliklendirilmiş bir inanç ile lider karizmasını destekleyen ve devlet desteği ile yaşama tutunan bir kitleden” oy almayı başarabilmiştir. Bu tespite katılmamak elde değil… Ne yazık ki, mevcut paradigma öncesindeki ülke yönetimi o kadar pespaye idi ki, bu pespaye yönetim aklı bugünkü oligarşik atılımın zeminin çok güçlü bir biçimde oluşturmuştur.
Yeniden kavrama dönecek olursak, çifte hareketi meydana getiren iki kutup bulunmaktadır. Bunların birincisi, ekonomik özgürlüklerdir. Bu özgürlükler kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulmasını amaçlamaktadır. İkincisi ise bugün refah devleti nosyonları olarak görülen sosyal koruma mekanizmalarıdır. Bunlar her dönemde, her iktidar düzeninde vardır. Bugünkü kapitalizm – devlet diyalektiğinde sosyal refah devleti olarak ortaya çıkmıştır. Bu mekanizma, serbest piyasanın yıkıcı etkileri ortaya çıkarken toplum bunlara karşı toplumsal koruma tedbirleri alarak yıkıcı etkileri en aza indirmeyi amaçlamaktadır.
Polanyi, II. Dünya Savaşı sırasında ABD’de yazmaya başladığı kitaba “19.yy uygarlığı çöktü” cümlesiyle başlamaktadır. Çünkü Avrupa’da kurulan yeni piyasa ekonomisi, sosyal ilişkileri ekonomik ilişkilerden soyutlayarak kendini gerçekleştirme çabası içerisindeydi, bu yüzden ekonominin hakikatine aykırı biçimde büyüyen siyasi iktidar hırsı, kapitalist gelişimi sermayenin çarpık işbirlikleri ile gerçekleştirebileceğini düşünerek bir felakete doğru yol almaktaydı.
Örneğin, kitapta toplumsal ve ekonomik sonuçları itibariyle ele alınan Speenhamland sistemi (yoksulluk fonu) polanyi’ye göre, merkantilist devlet düzeninin düzenlemeciliğe ve farklı anlamda bir paternalizme hırslı bir geri dönüş çabası olarak yaşama hakkını garanti altına alan ve elizabetçi yoksul yasası’nı köklerinden sarsan bir girişimdir. Sistem, tahıl fiyatlarına göre düzenlenmiş olup kent pazarındaki ücret ve fiyatlarla birlikte serbest pazar anlayışında kimi aksaklıklara sebep olmuştur. Yasa ile emek piyasanın tehditleri karşısında paternalist bir kanat altına giriyordu. Bu yolla piyasa sistemiyle birlikte toplumsal sistemi de etkiliyordu. Sonuç olarak bu sistem, işçileri, ekonomi çarkının kendilerini mahkum ettiği kaderden kurtulabilmeleri için yegane yol olan sınıf bilincinden mahrum bıraktı.
Avrupa da ise faşizm örneklemi olarak vücuda geldi bu paternalizm.
Bugün ülkemizdeki neo-liberal anlayışın yaptığı şeyin bir benzerini tarihte daha önce iki medeniyet yaptı. Bunlardan birisi İngiltere diğeri ise (Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkeler ya da kısaca) Avrupa’dır. Her ikisi de bu hataları yaptıkları dönemde oldukça büyük güçlerdi. Bu arızaların ardından İngiltere dünya ekonomisindeki hegemonik ağırlığını kaybederken, Avrupa da yaşadığı çöküşle merkez konumu tamamen terk etti ve Marshall yardımlarıyla yeniden bir toparlanışa başladı.
Bu felaketler gerçekleşirken “ideolojik olarak siyasallaşmış ve kimliklendirilmiş bir inanç ile lider karizmasını destekleyen ve devlet desteği ile yaşama tutunan bir kitleden” elde edilen siyasi faydanın gerçek bir karşılığının olmadığı kesin olarak anlaşılmıştı. Çünkü bu kitleler pahalıdır. Serbest ekonominin yapısı içerisinde verimsizdir. Siyasi ağırlığınız, borçlarınızla birlikte artar; karlılığınız azalır, rekabet kapasiteniz aşınır, atılım potansiyeliniz düşer. İçten içe çürüme yaşarsınız. Ve bu kitleyi besleyecek kaynaklarınız tükendiğinde büyük bir krizle karşı karşıya kalırsınız. Ve… geriye doğru büyük bir adım atmışsınızdır. (a great leap backward)
Küreselleşmeye gömülü biçimde ilerleyen ekonomik süreç yıkımın araçlarını hazırlamaktadır. Sektörler gelişmekte, sistemler derinleşmektedir. Ekonomik sömürüden çok daha tehlikeli bir sorunumuz bulunmaktadır. Hepimiz kültürel çevrenin parçalanmasının kurbanlarıyız. Toplumsal kurumlar ölümcül biçimde yara almaktadır. Tüm ekonomi dışı görünen tahribat büyük bir ekonomik eziklik olarak bize geri dönecektir.
Paradoksal biçimde de bu bozulmanın ya bizzat nedeniyiz ya da pasif özneleriyiz. Çünkü bu kapasitesiz ve ümitsiz kitlenin oluşmasında herkesin bir şekilde umursamazlığı var. Sadece ay sonundaki kredi kartı borcunu, al-sat karlarını, gösterge faiz oranlarını, kredi taksitlerini, altının günlük – haftalık fiyatını vs düşünen düşük seviye “homo economicus”larız.
Selim Akgün
Her zaman şu iddiaya inanmışımdır; AKP, çökmeye mahkum bir siyasal-ekonomik bir saadet zinciri benzeri yapılanmadır. Küçük paydaşlara kantin işletmeciliği, ‘büyük baş’lara ihale, hazine arazisi rantı… Bu saadet zinciri o kadar orantısız büyüdü ki, piramidin tabanındaki geniş kitleleri beslemek artık olanaksızdır. Dini söylemlere kanıp ideolojik olarak bu piramide katılanlar, piramid çökmeye başlayınca ilk kopuş bunlardan başlayacak. Çünkü bunlar içten pazarlıkçıdır. Bakmayın siz bunların (çok azı müstesna) “önemli olan ahirettir” söylemlerine.
atalip
Selim Bey ne güzel ifade etmişsiniz küçüklere kantin, büyüklere Allah ne verdiyse.