Yazımızın bu ikinci bölümünde, TCMB’nın geçtiğimiz yaklaşık 2,5 yıllık süreçte bizim heterodoks politika diye adlandırdığımız yolda neler yaptığını kısaca hatırlatalım.
Önceki yazımızda 2008 krizinin yarattığı depremin en çok da merkez bankacılığı teori ve pratiğini etkilediğini yazmıştık. Merkez bankaları bir taraftan krizin yarattığı likidite problemini çözmek için hayli alışılmadık yöntemleri de kullanarak piyasalara likidite pompalarken aynı anda ‘nerede yanlış yaptık’ sorusunu tartışmaya da giriştiler. Bu ortam dünyada genel olarak ortodoks para politikalarının hâttâ merkez bankacılığı gibi en muhafazakar bir alanında bile bu ortodoks kuralların ihlal edilebilmesi için uygun psikolojik ortamı yarattı.
2010 yılının 2. yarısı bu bakımdan özellikle önemliydi. Çünkü o sırada gelişmiş ülkelerdeki merkez bankaları 2. Niceliksel Genişlemeye (QE 2) hız verdiler. Bu önemli bir küresel likidite yarattı. Zaten mevcut küresel likidite kriz nedeniyle yatırıma dönmüyor ve tabiri caiz ise ‘serseri mayın’ gibi ortalıkta dolaşıyordu. Bu ‘para’nın ilk hedefi 2008’de finans sektörü az yara almış bir kaç gelişmekte olan piyasa oldu. Bunların arasında da Türkiye vardı.
Önceki yazımda da özetlediğim gibi ülkeye gelen hızlı kısa vadeli sermaye akışını frenlemekte örneğin 1970’lerdeki gibi sermaye kontrolleri kullanılamayacağına ve bunun yarattığı iç talep genişlemesi ve TL değerlemesinin cari açığı büyütme gibi etkilerini klasik faiz artırımı gibi yöntemlerle engellemek de mümkün olmayıp; tersine sermaye artışını daha da hızlandırdığına göre ne yapılmalıydı?
Kısa vadeli sermaye, eğer sterilize edilemezse- ki edilemiyordu- TL’yi değerlendiriyor, bu da ödemeler dengesini bozuyordu. Aynı para içte kredi genişlemesi yaratarak, iç talebi de artırıyor; bu da aynı şekilde bir yandan büyümeyi artırırken diğer yandan ödemeler dengesini daha da bozuyordu.
Büyüme önce hızlı artıyor, fakat daha sonra cari açığın artış hızı büyüme oranını da geçince sorun çıkıyordu. TCMB, büyümedenin cari açık nedeniyle kriz benzeri bir ‘ani durma’sından korkuyordu.
2010 Sonu: Heterodoksinin Başlangıcı
Böylece henüz Durmuş Yılmaz’ın başkanlığı sırasında 2010’un sonlarına doğru, dünya iktisatçılarının ilgiyle izlediği TCMB heterodoks programı başladı.
Daha önce söylediğimiz gibi bu politika bir bileşim (mix) politikasıydı. TCMB, faizleri yükseltmek yerine düşürdü. Bu kısa vadeli sermaye akışı için fren mekanizması olarak işe yarayabilirdi. Buna karşılık iç talebi daha da artıracağı açıktı. Yani sorunun bir ayağını çözse de ikinci ayağını daha da kötüleştirecekti. Bu politika kokteylinin ikinci bileşeni ise epeydir demode diye rafa kaldırılmış zorunlu karşılıklar aracı oldu.
2010 Eylül’ünde zorunlu karşılıklara faiz ödenmesine son verildi ve zorunlu karşılık oranları özellikle kısa vadeli mevduatlar için artırıldı.
2011 Nisan’ında Durmuş Yılmaz görevi Erdem Başçı‘ya devretti.
Ağustos 2011: Panik ve Heterodoksiden Yarım Çark
Henüz bu yeni tür politika 1. senesini doldurmamış ve Erdem Başçı da daha koltuğuna bile ısınmamışken şartlar tamamen tersine döndü. Euro bölgesi krizi alevlendi. Likidite yeniden gelişmekte olan piyasalardan gelişmiş güvenli limanlara kaçmaya başladı. Yani TCMB’nin çözmek için o kadar kafa patlattığı sorun tam tersine dönüşmüştü. Türkiye’den para kaçıyor ve özellikle Dolar, TL’ye karşı hızla değer kazanıyordu.
TCMB’nin bu duruma tepkisi ‘politik’ oldu. Politika faizini yükseltmek istiyordu; fakat böyle bir adım hem hükümet nezdinde, hem de daha yeni büyük gürültü ve gururla başlattığı ‘bileşim/mix’ politikasından ilk krizde tümüyle geri adım atmak olacağından uluslararası çevreler nezdinde itibar kaybettirici, hiç de politik olmayan bir tutum olurdu. Yeni başkan onun yerine ‘politik’ bir tutum takındı ve görünüşte politika faizine hiç dokunmadı.
Ya ne yaptı? ‘Faiz koridoru’ denilen yönteme başvurdu. Ağustos 2011 gibi, TCMB’nin ciddi bir kur baskısıyla karşılaştığı dönemde, TCMB, hem döviz satışı yoluna başvurdu (5 Ağustos’ta döviz satış ihaleleri yeniden başladı) ama hem de piyasaya nizamı, politika faizi ile değil faiz koridoru ile vermeye çalıştı. Faiz koridoru, alt sınırını TCMB borç alma faizi, üst sınırını TCMB borç verme faizinin oluşturduğu bir aralıktı. Bunun işleyişi bir başka yazıda daha ayrıntılı anlatılabilir; şimdilik şu kadarını söyleyelim TCMB’nin yeni başkanı Başçı, bu sayede hükümetle bozuşmadan, görünüşte politika faizini yükseltmeden, TCMB’nin fiili faizini yükseltmiş oldu. Faiz koridorunun üst seviyesi politika faizinin neredeyse 2 misline gelip % 12’yi bulmuş; ortalama fonlama faizleri hayli yükselmişti ama TCMB’nin resmi ‘politik(a) faizi‘ yerli yerinde duruyordu.
Aynı dönemde daha sonra Reserv Opsiyon Mekanizması’na (ROM) doğru evrilecek bir uygulama başlatıldı. TL zorunlu karşılıklarının bir kısmının da altın veya dövizle tutulmasına izin çıktı. Böylece TCMB, sermaye kaçışı ve kur yükselme riskine karşı döviz rezervini daha kolay ve daha maliyetsiz artırabiliyordu.
Aynı dönemler dünyada da 2010 iyimserliğinin yeniden kriz benzeri bir çalkantıya dönüştüğü zamanlardı. Fed 2011 Eylül’ünde borç faizlerini daha iyi yönetmek için Hazine’yle işbirliği halinde taa 1960’lardan kalma bir yöntemi yeniden keşfetmiş ve ‘Operation Twist‘i başlatmıştı. Avrupa Merkez Bankası ve Euro ülkeleri yöneticileri ise dönüşü şiddetli ve artık yeni bir adı –Euro Krizi– olan bunalımla başa çıkmak için yeni çareler arıyordu.
TCMB’nin 2011 3. çeyrek sonuna kadar uyguladığı sınırlı da olsa genişletici politika, yine aynı dönemde -krizin dönüşünden önceki- olumlu dış konjonktürle birleşmiş; buna bir de hükümetin nispeten gevşek bütçe uygulaması eşlik etmişti. Sonuç, 2011’de hızlı bir kredi, iç talep genişlemesi ve hızlı büyümeydi.
Fakat, 2011 sonbaharı ile sadece havalar kapanıp soğumaya başlamadı. Hem iç hem de dış konjonktür gri ve tehlikeli bir ton aldı.
2012: Balcı’nın heterodoksiye doğru yarım çarkı
Görüldüğü gibi 2011 sonu ve sonraki aylar TCMB adını böyle koymasa da aslında yeni heterodoks araçlardan kısmen çark edip, kriz korkusuyla bildik, klasik araçlara (‘koridor’ adıyla fiili faiz artırımı ve döviz satış ihaleleri, rezerv biriktirme vb) dönüşü yansıtıyordu. 2012’nin son çeyreği ve 2013, akut kriz korkusunun hafiflemesiyle ve ekonominin bu kez şiddetli bir fren sarsılması yüzünden yeniden, bu kez heterodoksiye doğru yarım çarkı sembolize eder. Bu dönemin sembol aracı ise 2012’nin son çeyreğinde yürürlüğe giren Rezerv Opsiyon Katsayıları (ROK) ve bunlarla yürütülen Rezerv Opsiyon Mekanizmasıdır. (ROM) Bu yeni mekanizma aslında 1 sene önce atılmış bir adımın, TL zorunlu karşılıklarının döviz/altınla ödenmesinin sistemleştirilmiş ve otomatize edilmiş, gelişmiş versiyonuydu.
TCMB’nin çok güvendiği ve övündüğü bu araç bir süre faiz koridoru ile ikame ilişkisi içinde birlikte kullanıldı. Bir süre sonra ise onun işlevlerini de üstlendiği iddiasıyla bir olağanüstü hal tedbiri olan faiz koridorunun rolünün önce yardımcı oyunculuğa, sonra figüranlığa itilmesinde, nihayet senaryo dışı edilmesinde kullanıldı.
2012 yılında bu mekanizmanın daraltıcı yöntemlerle nasıl kullanıldığını ve sonra 2013’te yeni bir genişletici politikaya oldukça tedirgin adımlar atmaya çalışırken TCMB’nin kaçınılmaz heterodoksiye -bu kez neredeyse tam- dönüşü hesaba katılmadan elbette aynı TCMB’nin Mayıs 2013’te attığı ve ‘piyasa’ tarafından sürpriz olarak algılandığı söylenen adımları anlamak mümkün olmazdı.
Bütün bunları yazının son ve 3. bölümünde ele alacağız. Yalnız kriz (öncesi) ve sonrası dünya merkez bankacılığının karşılaştığı ve bir çoğunun klasik araçlarla çözemediği bir hayli eski ama iyi algılanmamış meselenin resmine iyi bakın lütfen. Yani bu yazının görsel olarak koyduğum uluslararası likiditenin bileşiminin resmine…
0 adet yorum
Yorum yapmak için giriş yapmalısınız
Giriş